Kıbrıs’ta işgalin 40. yılı (5): Türkiye solunun Ulus Baker’i ya da Kıbrıslıların kulaklarında yankılanan sesler

Geçmiş çağlar yeniden gelebilse bir daha!

-Çünkü görevlerini artık bitirdi İnsan,

Yorgun düştü putları kırıp parçalamaktan!

-Rimbaud

 

Kıbrıslı Spinozacı filozof Ulus Baker’den yola çıkarak yazılacak bir Kıbrıs yazısına Spinoza’nın “Savaşın efendileri kana doyduktan sonra konuşalım” sözü ile başlamak sanırım en doğrusu. Savaşın efendileri kana doyduktan sonra konuşacak bir şey kalmayacak, yazının hükmü de kalmayacak.  İnsansızlaştırılmış bir konuşma kalacak elde. Çünkü savaşın efendileri kana doyduktan sonra Marx’ın ifadesiyle “felsefe ile gerçek dünyanın incelenmesi arsındaki ilişki, kendi kendini tatmin ile cinsel aşk arasındaki ilişkiyle aynıdır.” Sırf bu yüzdendir ki yeryüzünün en büyük savaşı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan felsefe kendini tatminden ibaret bir gevezeliktir. Savaş zamanında işe yaramayan bir enternasyonalizm, sosyal şovenizm ve yurtseverlik, savaştan sonra patlak veren bu felsefenin ebesidir. Hedef politik program ve eylem, insanlığın kurtuluşu değil, sadece melankoli ve kötümserliktir.

Ulus Baker 1974 savaşından sonra güneydeki birkaç felsefeciyle birlikte Kıbrıs’tan çıkan ender nitelikli filozoflardan biri... Bu yazı Ulus’u anlatmayacak. Ulus’tan yola çıkarak savaşı ve Kıbrıs’ı anlatacak. Ulus’a dair söyleyeceğimiz en önemli şey, o Kıbrıs’ı terk etmiş olsa da Kıbrıs’ın maddi koşullarından öyle bir çıktı ki Kıbrıs’ı hiç terk edemedi. Kıbrıs hep peşinden gitti. Felsefede seçtiği güzergâh bile Kıbrıs’ın yarattığı melankoli ve kötümserlikten kopabildiği en devrimci noktaydı. Lisede edebiyat hocam, 1974’te evi terk ederlerken, savaşın kokusunun bir çeşit Kıbrıs yemeği olan molohiyanın yanmış kokusunu andırdığını, bu yüzden 1974’ten sonra hiç molohiya yiyemediğini anlatmıştı. Maddi koşullar tam da böyle şekillendirir hayatı. Savaşın kokusu damağınızı kurutabiliyorsa, ortaya çıkardığı çürümüş toplumdan çıkan edebiyata, felsefeye ve politikaya da şaşırmamak gerek.

Ulus’un kıyıda köşede kalmış bir metnini hatırlatarak başlayalım. Tarihi, coğrafyayı ve savaşı sayıklamanın metni... Ya da adı konmamış, tamamen gerçek bir film senaryosunun taslağı.

Duymak İçin Yapılmamış Kulaklar”

                                

Kim demiş onüç ondört yaşların savaş kaldıramayacağını günümüz dünyasında? Ben de savaş yaralarımı bu öyküye ertelemişim... Ve o yaralar bende kalacak, öfkeyle parlatacağım onları herşeyin yüzeyinde, yapışkan bir toz tabakası gibi... Eve düşen patlamamış bomba --komünistlerle devrik Makarios taraftarları, faşistler onları savaşmaları ya da ölmeleri için zincirlerle havan toplarına bağlamışken, emniyet pimleri çekilmemiş mermiler yağdırıyorlardı Lefkoşa'nın Türk kesimine... Evet. Eve düşen, annemin tepesinden, büyükannenin birkaç santimetre yanından geçerek yaklaşık iki saat önce beni yatırdıkları yatağı biçerek yere saplanan patlamamış bir bomba, galiba güçlü bir havan mermisi (düşerken sesleri giderek tizleşir --cviiiiift gibisinden...) birkaç gün sonra çıkarılırken Girne kapısına kadar koşarak oradan kaçan ben, hâlâ nefes nefese, o öyküyü anlatacak gücü kendimde bulmalıyım... Öykü, o sıralar hastanede -bir hekim kılığında, bembeyaz ve kana bulanarak-- kapana kısılmış babamın mirasıdır ve ben, onu anlatmalıyım... Emniyet kemerlerinizi bağlayın lütfen...
"Kulaklarım! Kulaklarım!" Diye bağırarak getirildi... Ondokuz yirmi yaşlarında, doğulu delikanlı... Sağ bacağı kanlar içinde, iğrenç, inanılmaz, paramparça... Doktoru kan çeker önce... Anestezisiz diktiler ve iğne vurup susmasını beklediler. Susmadı: "Kulaklarım! Kulaklarım!..." Haykırışlarının hastane koridorlarında işi henüz bitirilmemiş kurbanlık gibi, kimi sedyede, kimi battaniyeler üstünde bekleyen kahramanların moralini bozması katlanılamaz bir durumdur. Savaşın o gizli biçki-dikiş ahlâkının şu diğer kahramanları, neşterli ve her bakımdan alkollü hekimler, defalarca kulaklarını kontrol etmelerine karşın (yakına düşen, ya da yakından salıverilen bir top mermisi mi acaba?), darmadağın bacağı dışında "sapasağlam" teşhisi koymaktan başka bir şey yapamıyorlar... Ses çınlıyor hastanenin üst katlarına doğru yankılanarak: "Kulaklarım! Kulaklarım!..."
Ah! Artık psikiyatrik bir vak'a olsa gerek bu. Bir harb psikozu...
Psikiyatristin muayenesi daha da zor ve sürüncemelidir... Birkaç tokat, biraz telkin: "Nerelisin sen evlâdım?" Tercüme: Hangi cehennemden geldin? Hangi cehenneme gidiyorsun? "Ne diyorsun sen, bir şey yok kulaklarında... Sapasağlam ikisi de..."
Ah! Psikiyatrik bir vak'a bile değil bu... Oğlan, basbayağı... Yemiş kafayı...
Ve yoğun, zor, anlaşılmaz bir diyalog, hoyratça, kulakları tedavi edecektir: "Kulaklarım! Kulaklarım!" Hangi kulaklar? Köyde bekliyorlar... Komandoyum ben... Göğüs göğüse... Taşlık araziye attılar beni paraşütle... Çoğu arkadaşın bacağı kırıldı... Bana bir şey olmadı... Kulaklarımı kaybettim ben... Öldürdüklerimden kestiğim... Bir sicime dizmiştim onları... Köyden beklerler... Kulaksız nasıl dönerim ben?
Bu satırları yazarken bilgisayar ekranının karşısında gözlerim yoruluyor, kara deliklere düşüyorum, erişilmez bir süratle... Bunları yazdığım için saldıranlar da olur... Dilim yorulacak... Mirasını savunurum pederin... Ama ben, bir Temmuz günü, ondört yaşındayken, daha kesin olarak söyleyeyim, 26 Temmuz 1974'ün ateşkes kurşunlarının vızıldamasını durduramayan yoğun, katı, renksiz, ceset kokulu bir akşamında (yağmur yağıyor muydu hâlâ?) bu öyküyü kendi kulaklarımla işittim...
Kulaklarım! Kulaklarım!

Kıbrıs’ta sayıklamanın diyalektiği

“Susmanın tuhaf bir diyalektiği var: mesela ben “geçmiş” konusunda hep susmayı yeğlerim… o yüzden cv’mi bile yazmakta zorluk çekerim… ama galiba şimdi ve gelecek pek susabileceğimiz haller değil…” – Ulus Baker

Ulus Baker’e psikiyatrist babasının savaş anılarından kalan bu hatıra Ulus’un hayatının geriye kalanını şekillendirdi. Ulus’un tam da Kıbrıs’ın maddi koşullarından çıkışının belgesi olan bu metin, aynı zamanda Kıbrıs savaşının nasıl bir “barış harekâtı” olduğuna dair sözlü tarih örneğidir. Bu yüzdendir ki birkaç sene önce 14 Ağustos’ta Selimiye’de –Lefkoşa’da- Bandista konserinde yükselen “Uluuus Baaaker! Uluuuus Bakeeerrr!” sloganına anlam verememiştim. Ulus’tan iki nedenden ötürü slogan olmazdı.

Birinci nedeni, Ulus’un felsefesinden eylem değil melankoli çıkardı, örgütlenme ise yas tutma ritüeline dönüşürdü. Teorinin sayıklama şeklini aldığı “yaralarım benden önce de vardı” diyen bir Kıbrıslı ile karşılaşırdınız Ulus’ta. “Kulaklarım kulaklarım” diyen bir Kıbrıslı. Ulus’un melankolisi Ulus’un Kıbrıslılığının ispatıydı. Ulus’un kuşağından olup da biraz vicdanı biraz kalbi olanların içinde hüzün barındırması veya hüznü meslek edinmesi olağandı. Kıbrıs üzerine yazan yabancılardan Patrick Balfour, “Bir Kıbrıslı için oturmak tek başına bir meşguliyettir” diye yazar. Oysa bu cümlenin eksik tarafı şudur: Kıbrıslılar otururken yaralarını seyrederler ve durmadan sayıklarlar. Geçmişi konuşmaksa Kıbrıslıların itinayla uzak durduğu bir konudur. Çünkü orada “yas” var ve “melankoli bölgesi”nden “yas bölgesi”ne geçiş Kıbrıs’ın kuzeyinden güneyine kimlik kontrolü ile geçmek kadar kolay değildir.

Ulus’tan slogan olmamasının ikinci nedeni ise Ulus’un felsefi-politik dünyasında sloganlaştırabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Spinoza’dan gerisi yalandır Ulus için. O yüzden, Ulus’tan slogan çıkarmak bir “sayıklama denemesi”dir. Söylemek istediğiniz başka şeyleri söyleyemeyip, Ulus’un arkasına saklanmaktır. Sayıklamaksa Kıbrıslılar için başlı başına bir meşguliyettir.  

Ulus’un nereli olduğunun hiç mi önemi yok?

Ulus Baker’i tanıyanlar Kıbrıs’tan pek bahsetmediğini anlatırlar. Kıbrıs üzerine de pek yazmadı. Peki, Ulus neden gizlerdi Kıbrıslılığını? “Kulaklarım kulaklarım” dememek için olabilir. Bu yazıda bizi ilgilendiren soru başka. İşgalin 40. yılına dair bir yazıda Ulus’tan bahsetmemizin birinci nedeni Ulus’un babasından aktardığı hatıra ise ikinci nedeni de Türkiye solunun bir kısmının kendisine ibadethane olarak seçtiği Ulus Baker’in nereli olduğunu unutmasıdır…

Durmadan Ulus’tan alıntılar yapan, ismine sempozyumlar düzenleyen, söyleyecek sözü olmadığında veya oturup kendisi eleştiri üretmesi gerektiğinde Ulus’un eski yazılarını dolaşıma sokan Türkiye solunun akademik-entelektüel bir kesimi ve Ulus’un dostları açısından Ulus’un nereli olduğunun neden bir önemi yok? Ulus’u en çok ananların Kıbrıs konusunda en duyarsız entellektüel kesimler olması da şaşırtıcı değil.

Çünkü onlar sömürgeci solculuğu ve sömürge aydını mertebesini iliklerine kadar yaşıyor. Metropol solculuğu ile sömürge insanının durumu iki farklı dünyadır. Kıbrıs onlar için ayrı bir ülke olmadığı ve Türkiye’nin devamı olduğu için Ulus’un nereli olduğunun da pek önemi yok.

Bazen Bandista’daki yoldaşların dediği gibi “Kim yerli, kim göçmen, buradayız kardeşim” deriz. Onun da yeri vardır. Fakat bu söz, ulusal sorunun ve sömürge sorununun üzerini örtmez. Örtmüyor işte, ayaklarımız açıkta kalıyor… Tamam, kardeşiz ama önce bir eşit olalım. Dillerin, kültürlerin, coğrafyaların, milliyetlerin eşitliği ve inkâr edilmemesi!

Ezen ulus şovenizminin “bir arada yaşama” dayatması ile sol liberalizmin “bir arada yaşama” sloganı arasında Kıbrıs’ın ve Kürdistan’ın ayrı birer ülke olduğunu Leninist hassasiyetleri olan Bolşevik geleneğin enternasyonalizmi dışında kavrayan yok. Bu yüzden Ulus’un nereli olduğunun da bir önemi yok. Ulus bizim kulaklarımızdır, ya sizin?

Kürt yoldaşlar konuşmalarında “ülke” derler. Kürdistan’da olduklarında “ülke”dedirler. Ayrı bir ülke olmanın vurgusudur bu. Sömürge insanı kendini inkâr etse de ezen ulusun devrimcilerinin önce bu yabancılaşmanın kozmopolitizm olmadığını anlamak, sonra da bu yabancılaşmanın aşılması için ulusal sorunları haritadan silecek bir çözüme omuz vermesi gerekmektedir.

Ya mevzi ya mezar!

Spinoza’nın sözüyle başladık: “Savaşın efendileri kana doyduktan sonra konuşalım” demişti Spinoza. Buna Marksizm’in verdiği cevap “savaş zamanı susmak ve durmak olmaz”dır. Bunu en güzel Rosa Luxemburg ifade etmişti: “Savaş zamanında işe yaramayan bir enternasyonalizmi ne yapalım!” demişti. Spinoza’yla başladık Hegel’le bitirelim. Akdeniz kızıla boyanmadığı, Akdeniz-Ortadoğu Sosyalist Federasyonu kurulmadığı sürece uluslararası emperyalizmin bir zaferi olarak kalacak olan 20 Temmuz 1974 işgali Hegel’in dediği yere çıkar: “Egemenler tarafından edinilen ve kutlanan her zafer, onlar tarafından her daim sorgulanacaktır.” Hegel’in bir binbaşıya yazdığı bir mektupta geçen bu cümle 40 yıldır TC devletinin beyninde dolanmaktadır. Çünkü mesele zafer elde etmek değildir. Zaferi elde ettikten sonra, mevziyi ele geçirdikten sonra, mevziyi elde tutmak gereklidir. Ve mevzilerin bir özelliği vardır: Mevzinin ilerisine yeni bir mevzi açarak cepheyi genişletemiyorsanız o mevziye gömülürsünüz. TC devleti de tüm saldırganlığına ve yayılmacı heveslerine rağmen Kıbrıs mevzisinden ileri gidememiştir. Türk egemenlerin sorguladığı zafer budur: Kıbrıs ya mevzi kalacak ya da egemenlere mezar olacak!