Demokratik özerklik mi, demokratik anayasal çözüm mü?
Kürt sorunu çevresinde oluşan toz dumandan göz gözü görmüyor. 14 Temmuz’da yaşanan iki önemli olaydan bu yana toplum Fırat’ın ne batısında ne de doğusunda durulmak bilmiyor. O gün Silvan’da (Farqîn) çıkan çatışmada kimin ateşiyle öldüğü bilinmeyen 13 askerin cenazesinin gölgesi, aynı gün ilan edilen demokratik özerkliğin üzerine düştü. Fırat’ın batısında cin fikirli teoriden geçilmiyor. Derin devlet-PKK işbirliğinden PKK içinde İmralı-Kandil bölünmesine, oradan BDP meclis grubunda bölünmeye kadar çeşitli açıklamalar sonuçta hep aynı işlevi görüyor: Fırat’ın doğusunda yaşanan, tarihi önem taşıyan gelişmelere gözünü kapamak.
Buna benzer biçimde, tarihi gelişme her zaman aynı kararlılıkla uygulamaya konulamıyor. Bir Şerafettin Elçi’nin, bir Altan Tan’ın, BDP’nin muhalifi olan liberal Kürtlere benzer biçimde “şimdi zamanı mıydı?” tepkisini vermesini anlamak zor değil. Peki ya Aysel Tuğluk’un kararın o gün ilan edilmesi konusunda pişmanlık ifade edip, özeleştiri yapması? Tuğluk tarihi bildiriyi okuma şerefine nail olmuş insandır. Bugüne kadar selamlanacak bir cesaret göstermiştir hep. Ama tam da bu yüzden yalpalaması daha da büyük önem kazanıyor. Demek ki Kürt özgürleşmesi tek sesle konuşamıyor, kendi atılımlarından kendi emin değil. Esas sorun da bu zaten.
İkili hukuk ve ikili politika
Tuğluk’un yalpalamasının kişisel bir yalpalama olarak görülmesi, bugün Kürt sorununun geldiği evrenin neredeyse püf noktası olan çelişkiyi gözden kaçırmak olur. Yalpalamanın ardındaki çelişki, hareketin bütününün politikasının çelişkisidir. Gerilim bütün harekete damgasını vurmuştur, ama yüzeye vuruşu bu örnekte kişisel bir yalpalamala biçiminde olmuştur.
Kürt sorununun güncel gelişimine, birlikte tasarlanmış olan, biri diğerinin desteğine koşulan iki politika damga vuruyor. Bunlardan biri “demokratik anayasal çözüm” olarak özetlenen politikadır. Bu, esas doğrultudur. Başta İmralı olmak üzere Kürt hareketinin umudunu bağladığı, gerçekleşmesi için bütün gücüyle çalıştığı çözüm budur. İmralı’da Öcalan ile devletin temsilcileri arasında yapılan görüşmeler zemini hazırlayacaktır; esas olan, Kürt hareketinin yeni “sivil demokratik anayasa” konusunda öteki güçlerle (TÜSİAD, mümkün olursa AKP) müttefik olarak hareket etmesi, Kürtlerin haklarını böylelikle anayasaya yazdırmasıdır.
İkinci politika, demokratik özerkliğin pratik olarak uygulamaya konulması, bir ikili hukuk yaratılmasıdır. Bu politikada zemini hazırlayan okul boykotudur, çadırlardır, kitle eylemleridir, köylerde komünler, kentlerde hukuki ihtilaflara çözüm bulmak üzere komisyonlar kurulmasıdır, DTK’nın kararlarıdır, belediyelerin iki dilli yaşam ve öteki pratik önlemleridir.
Kürt hareketi, bileşenleri arasında vurgu farkları bir an bir kenara bırakılarak bir bütün olarak alındığında, ikinci politikayı ilkinin somut gerçeklik kazanması için bir baskı politikası olarak tasarlamış görünmektedir. Demokratik özerkliğin pratikte ortaya koyduğu şeyler, yarın anayasa müzakere masasında hukuki kazanımların elde edilmesi yolunda kullanılacaktır.
Oysa iki politika arasında çok önemli farklılıklar vardır. İlk politika, yani anayasa yönelişi, müzakereye dayanır. İkincisi müzakeresiz bir atılım politikasıdır. İlk politika, belirli ölçüde değişikliğe uğratmaya çalışsa bile, düzenin hukukunu yüceltir. İkincisi tam tersine düzenin hukukunun yetersizliğini tespit ettiği için bir ikinci hukuk önerir. En önemlisi, ilk politika burjuvazi ve düzenle uzlaşma aramakla yetinmez, ittifak arar. İkincisi ise burjuvazi ile ittifak yerine mücadeleyi öngörür.
Bu yüzden bu iki politikanın rahat ve gerilimsiz biçimde aynı bütünleşik yönelişin parçaları haline getirilmeleri çok güçtür.
Çelişki ne yönde aşılacak?
Bugün bütün koşullar müzakereye, varolan hukuki çerçeveyi veri alarak onu değiştirmeye ve bunu burjuvazinin güçleri ile ittifak içinde yapmaya dönük ilk politikanın Kürt hareketinin esas hedefi olduğunu, oysa müzakereye ve ittifaka değil mücadeleye yaslanan, varolan hukuku kısmi değişikliklerle iyileştirmek yerine Kürtlerin kendi hukuklarını kurmaya yönelen ikinci politikanın günün somut koşullarına çok daha uygun bir karakter taşıdığını gösteriyor.
AKP’nin geçmişin ikiyüzlülüğünü de bir yana bırakarak bütünüyle tekerlemeye (tek bayrak, tek millet vb.) dayanan milliyetçi bir politika izlediği ortada. Erdoğan’ın başkanlık rejimi hevesi dolayısıyla AKP ile TÜSİAD’ın anayasa meselelerinde anlaşamayacağı şimdiden kendini belli ediyor. KCK davası domuzuna devam ediyor. Buna karşılık Kürt halkı bölgede öndevrimci bir durum doğuran bir ruh durumunda. Doğuda Arap devrimi, Batı’da Yunanistan’da yaşanmakta olan öndevrimci durum, bu hazırlığı daha da keskin hale getiriyor.
Buna rağmen Kürt hareketinin yönetim kadroları ilk politikayı neredeyse stratejik bir yöneliş haline getirmiş bulunuyor. Ama ikinci politikanın bu kadar ileriye taşınması, yarın kendiliğinden mücadele eğilimlerini kışkırtabilir. Demokratik özerklik politikası neredeyse kendine rağmen devrimci bir dizi politik sonuç doğurabilir.
Toz dumanın ardındaki gerçek
İşte bu patlayıcı diyalektiktir ki, Fırat’ın batısında da, doğusunda da beklenmedik gidişatın anlaşılmasını engelleyecek kadar garip tutum ve fikirlerin çoğalmasına yol açıyor, ortalığı göz gözü görmeyecek hale getiriyor. Batı’dan başlarsak, 14 Temmuz’da yaşanan iki olaydan görünüşte Silvan’daki çatışmaya karşı yükselen tepki, aslında demokratik özerkliğin cüretkâr atılımınadır. Koyu milliyetçiler (tabii en başta faşistler) linç girişimleriyle bezenmiş sokak gösterilerine giriştiklerinde, bunun gerçek dinamiğini açığa çıkaran, bir yürüyüşte yükseltilen şu pankarttır: “Ne özerkliği lan?”. AKP ve onun dizi dibinden ayrılmamakta ısrar eden liberaller ise Kürtlerin salt anayasal hayallerle oyalanmayıp kendi haklarını kendi ellerine almalarından çok rahatsızdır. Bu yüzden, PKK ve BDP içi bölünme öyküleriyle uğraşmakta, güya anayasacı çözümün engellenmesi için PKK ile derin devlet arasında varolduğu iddia edilen ittifaka saldırmaktadırlar.
Doğu’da durum daha yalın olmakla birlikte demokratik özerklik politikası her an Türkiye çapında bir demokratik anayasa hareketi uğruna terk edilebilir. Bu, Kürt halkının ve hareketinin aleyhinde olacaktır, çünkü geleceğin çözümünün sağlam temelleri bu demokratik özerklik politikasında yatmaktadır.
Türkiye’nin proletarya devrimcileri ise Kürt halkının mücadele azmini ve temposunu doruklara çıkartan demokratik özerklik politikasını sonuna kadar destekleyecek, bu politikanın anayasal hayallere karşı tercih edilmesi yolunda çaba gösterecektir.