Immanuel Wallerstein (1930-2019): Amerikan akademia’sının yüz akı, Marksizm’in hasmı
Son yıllarda Türkiye solunda ve Kürt hareketi içinde büyük bir popülariteye kavuşan Amerikalı sosyal bilimci Immanuel Wallerstein 1 Eylül’de hayata gözlerini kapatalı beri, soldan birçok ses onu göklere çıkarıyor. Gerek Türk solunda gerekse Kürt hareketi içinde Sovyetler Birliği ve Çin’in çökmesinden bu yana ortaya çıkan Marksizmden uzaklaşma eğilimleri göz önüne alınırsa bunu anlamak mümkün. Anlaşılması zor olan, Marksizme sahip çıkan bir dizi arkadaşımızın da Wallerstein’in sosyal bilimine ve dünya görüşüne sahip çıkması. Herkese hak ettiğini vermek gerek. Ama ölümünün hemen ardından bile olsa, bir düşünürü överken genç kuşakların onu yanlış tanımasına yol açacak şeyler söylemek, hele hele Marksizmi buna dayanak yapmak kabul edilemez bir yaklaşım.
Maskesiz akademisyen
Açık açık söyleyelim: Wallerstein 20. yüzyılın çok önemli bir düşünürüydü. Dünyayı kavrayışının ve bilimsel metodolojisinin orijinalitesi tartışılmaz bir parlaklıktaydı. Tarihsel ve coğrafi bakımdan geniş ufku bütün genç sosyal bilimcilere örnek olmalıdır. Bütün yazdıkları, baktığı açıya göre insanların daha iyi yaşamasını, sömürü ve ezilmenin yeryüzünden silinmesini, ezilenlerin kurtuluşunu hedefliyordu. Çalışkanlığı, belirli bir yaştan sonra rehavete kapılan sosyal bilimcilere ders olsun! Yazdığı kitap ve makalelerin sayısını saymak baş döndürebilir. Ama faaliyeti bundan ibaret değildi. Bir akademisyen olarak hayatının sonuna kadar ezilen birçok kesimin mücadelesine ikirciksiz destek verdi. Sosyal medyada yaygın olarak paylaşılan bir resim, onu Zapatista’ların bir subcomandante’si ile aynı masada gösteriyor. Belli, dayanışmaya gitmiş. Subcomandante’nin yüzü maskeli olduğu için ünlü Marcos mu yoksa başkası mı bilemiyoruz. Ama bu resimde önemli olan Zapatista komutanının maskeli olması değil. Wallerstein’in maskesiz olması! Amerikalı bir akademisyenin, CIA ve Pentagon’a göre bir “terörist”in yanına oturması, onunla ve örgütüyle dayanışma ifade etmesi, müthiş bir şey. Nice akademisyen siyasi görüşlerini saklamak için “tarafsızlık” sahtekârlığının maskesi arkasına saklanırken, Wallerstein Amerikan üniversitesinin rahat ortamından kalkıp Meksika’nın güneyinde Chiapas eyaletinin balta girmemiş Lacandona yağmur ormanlarının içine giriyor, haklarını silah elde savunan Amerika yerlileriyle dayanışma cesaretini gösteriyor. Şapka!
Bu bakımdan, Wallerstein’in emperyalist ülkelerin aydınlar katmanının saygıdeğer geleneği içinde Jean-Paul Sartre’larla, Pierre Bourdieu’lerle, Edward Said’lerle, (hâlâ hayatta olan) Noam Chomsky’lerle aynı hamurdan yoğrulmuş olduğu açık. Bu tür aydınlara, bu kumaştan kesilmiş akademisyenlere saygı duymayıp ne yapacağız? Ama saygı ölçüyü kaçırmak için bir gerekçe değildir. Wallerstein bir devrimci değildi. Dünyayı değiştirmek için çabası esas olarak yazılarıyla, konferanslarıyla, öğrencilerine verdiği derslerle sınırlıydı. Bir de büyük sosyal mücadelelere gösterdiği dayanışmayla. Bilimin ve teorinin sınırlarını aşıp devrimci politikanın alanına (haydi temkinli olalım, bildiğimiz kadarıyla diye ekleyelim) adım atmamıştı. O alana katılımı, politikanın aktörleriyle dayanışma biçimini alıyordu. Mesela büyük ölçüde fikirdaşı olarak kabul edilebilecek Samir Amin, çok daha politize idi. O da kelimenin dar, örgütsel anlamında devrimci değildi, ama devrim alanına sık sık dayanışma dışında amaçlarla da adım atıyordu.
Wallerstein’e, bir akademisyen olarak sosyal mücadeleler alanıyla ilgili saygıdeğer davranışı için şapka çıkartabiliriz. Ama bu nasıl onu bir devrimci haline getirmezse, bir düşünür olarak orijinalitesi, geniş ufku, çalışkanlığı ve en önemlisi ezilenden yana taraflılığı da onu Marksist yapmaz. Tarihe geçecek derecede önemli şahsiyetlere övgü yaparken onları yanlış gerekçelerle yüceltmek, genç kuşakları yanıltmaktır. Wallerstein’in Marx’tan çok esinlenmiş olduğu, ona epeyce saygı duyduğu doğrudur. Ama ona alternatif bir yaklaşım geliştirmiştir. Ve bu yüzden 21. yüzyıl devrimcilerine yanlış bir yol gösteren bir düşünürdür.
Üçüncü dünyacılığın teorisyenlerinden biri
Wallerstein hiçbir ekole bütünüyle yerleştirilemez. Çünkü kendisi bir ekol kurmuştur. Ancak kurduğu dünya sistemleri teorisi, en azından 1970’li yıllardan 21. yüzyılın başına kadar “azgelişmişliğin gelişmesi” olarak bilinen ekolle akrabalık taşımıştır. Son onyıllarda bu ekol bütün önemini yitirmiş olduğu için bu şimdi unutulmuş olabilir. Ama Wallerstein’in bir düşünür olarak dünya çapında parlamasına sahne olan bu dönemde adı çok yaygın olarak bu ekolün öteki ağır toplarıyla birlikte anılmıştır.
“Azgelişmişliğin gelişmesi” ekolü, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, emperyalizme tâbi ülkelerde yaşanan anti-kolonyal devrimler karşısında burjuvazinin ideologlarının geliştirmiş olduğu “modernleşme” teorisine karşı bir isyanın ürünü olan ilerici bir düşünce akımıdır. Bu yazının amaçları açısından ayrıntıya girmemize gerek yok.[i] “Azgelişmişliğin gelişmesi”, emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde kapitalist sanayileşmenin gelişmesini engelleyerek bu ülkeleri kaçınılmaz biçimde azgelişmişliğe mahkûm eden bir sistem olduğunu ileri sürer. Bu anlamıyla anti-emperyalist olduğu için tartışılmaz biçimde ilericidir. Ama bu, ne emperyalist ülkelere ne de azgelişmiş ülkelere bu sistemin yıkılması açısından doğru bir perspektif sağlayamayan bir anti-emperyalizmdir.
Burada işin doğrudan doğruya politik sonuçlarına değineceğiz. Bu ekol, birincisi, emperyalizmle azgelişmiş ülkeler arası ilişkileri her şeyin belirleyeni olarak gösterme yoluyla sınıf mücadelelerinin önemini ortadan kaldırır, en iyi ihtimalle onları uluslararası ilişkilerin bir dolayımı, bir aktarma kayışı haline getirir. İkincisi, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının düzenle bütünleşmiş olduğu tespitini yaparak o alandaki devrimci mücadele olasılıklarını yadsır ve pusulasız bırakır. Üçüncüsü, bir eğilim olarak azgelişmiş ülkelerdeki bütün mücadeleleri salt bir “ulusal kurtuluş” mücadelesi haline getirir, sosyalizme doğru büyük bir atılım olasılığını arka plana atar. Bütün bu özellikleri dolayısıyla, söz konusu teori, 1960’lı yıllar ile kabaca Sovyetler Birliği’nin çöküşü arasındaki dönemde “Üçüncü Dünyacılık” olarak bilinen ideolojinin, hem emperyalist ülkelerde hem de emperyalizme bağımlı ülkelerde teorisi olmuştur. Üçüncü Dünyacılık, elbette anti-emperyalist olduğu ölçüde ilericidir. Sorun şudur ki, emperyalist ülkelerin proletaryasını emperyalizmin eklentisi haline getirdiği, azgelişmiş ülkelerin proletaryasını da ulusçulaştırdığı ölçüde, bu teori aynı zamanda proletarya enternasyonalizmine aykırıdır. Programı dünya devrimi olan Marksizm için bundan büyük bir sorun olabilir mi?
Bu teorinin öncüsü, 1950’li yıllardaki çalışmasıyla Monthly Review ekolünün erken yaşta yitirilen önde gelen yazarlarından biri olan Paul Baran’dır. İyice biçimlendiren ve popülerleştiren ise 1960’lı yıllardaki çalışmalarıyla Andre Gunder Frank’tır. Onu bir ölçüde bağımsız bir atılımla Samir Amin izlemiştir. Wallerstein’in bu teoriye katkısı, kurduğu teorik sistemin kuşatıcı yapısı dolayısıyla ona daha bütünsel bir yuva oluşturmasıyla olmuştur. Wallerstein, çeşitli çalışmalarında, ama özellikle 1974 yılında yayınlanan ve büyük etki yaratan Modern Dünya Sistemi kitabında, olanaklı dünya sistemleri arasında modern kapitalist sistemin 16. yüzyıldan itibaren bir dünya ekonomisi sistemi kurduğunu ileri sürmekte, bu sistemi de çekirdek (“core”) ve çevre (“periphery”) olarak ikiye ayırmaktadır. (Bir de yarı-çevre ülkeler vardır ama bunların varlığı bizi bu yazıda ilgilendirmez.) Bu ülke tiplerinin özelliklerini modern dünya sisteminin mekanizmaları içinde açıklama yoluyla Wallerstein bir yandan bütünsel bir bakış açısının avantajını yaratmakta, bir yandan da bu bölünmeyi sonsuzlaştırmakta, “azgelişmişliğin gelişmesi”ni sürekli olarak yeniden üretilen bir durum haline getirmektedir. Kapitalizm dünya çapında hâkim olduğu sürece emperyalizme tâbi ülkeler için azgelişmişlik kader gibi görünmektedir.
Bu nokta üzerinde biraz durmak gerekir. Wallerstein, ilk bakışta, “azgelişmişliğin gelişmesi” ekolü içinde yer alan partnerlerine göre proletarya enternasyonalizminin amaçlarına daha yakındır. Çünkü ele aldığı “anti-sistemik güçler” (bunlara birazdan döneceğiz) zemininde verilecek mücadele sayesinde sistem bir bütün olarak değişecek, dünya kapitalizminin yerini bambaşka bir uluslararası sistem alacaktır. Kapitalizm her tür kötülüğün anası olduğuna göre, yeni kurulacak dünya sistemi bir bakıma dünya çapında kardeşliği de sağlayacaktır.
Burada, görünüşte, Trotskiy’in “tek ülkede sosyalizm” programını eleştirirken ve dünya devrimini savunurken ortaya koyduğu perspektife yaklaşıyoruz. Ama ikisini ayıran çok ciddi noktalar vardır. Bu doğruysa, elbette Trotskiy’in savunduğu perspektif Marx’ın ve Lenin’in perspektifi olduğuna göre, Marksizm ile Wallerstein’in yaklaşımı arasında çok temel farklılıklar vardır.
Sosyalist devrimleri görmezlikten gelmek
Wallerstein’in pek ilerici görünen, bütün sistemin dünya çapında değişmesi koşulu, aslında yaşayan sosyal ve politik mücadelelerin en önemlilerine kayıtsız kalması, hatta onları açıkça yadsıması anlamına gelmiştir. Bu, sadece azgelişmiş ülkelerin gelişmesinin dünya sistemi hâkimiyetini sürdürdükçe devam etmesi gerekeceği tezini içeren “azgelişmişliğin gelişmesi” ile sınırlı kalsaydı, yaratacağı siyasi hasar daha az olurdu. Bundan çok daha önemlisi, Wallerstein’in Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin 20. yüzyılın değişik aşamalarında, değişik uzunluktaki zaman dilimleri boyunca taşıdığı farklı karakteri yadsıması olmuştur.
Bu tuhaf yaklaşımı gerekçelendiren şey, Wallerstein’in teorik çerçevesinde modern dünya sisteminin bir dünya ekonomisi olmasıdır. Bunun içinde yer alan birimler, sistemin kendisi kapitalist kaldıkça, hiçbir şekilde kapitalizmin dışına çıkmış ya da ötesine geçmiş olarak görülemez. Kapitalizm, dünya pazarının ağları üzerinde kurduğu hâkimiyet sayesinde sistemin tamamına damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla, 20. yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği, yüzyılın ikinci yarısında Çin ve diğerleri de kapitalist bir sistemin alt bölükleri olarak ele alınmalıdır.
Burada Wallerstein’in dünya sistemleri teorisinin en büyük zaaflarından biri ile karşı karşıyayız. Düşünürümüz, gerçek dünyada karşısına çıkan bir olguyu açıklayamıyor. Bütünüyle genelleşmiş meta üretimine dayanan kapitalizm ile çok ileri bir ölçüde merkezi planlamaya dayanan öteki sistemi, daha da önemlisi bütünüyle özel sermaye ile bir iş gücü piyasasının basıncı altında sömürülen proleter ile özel sermayeyi bütünüyle ortadan kaldıran, proleteri ise iş gücü piyasasının var olmadığı bir düzenek içinde çalıştıran bir sistemi birbirine indirgiyor. (Burada Wallerstein’n Braudel’den devraldığı, kapitalizm ile devlet arasındaki ilişkiyi çarpık biçimde yorumlayan bakış açısının da kısmi katkısı var kuşkusuz. Onu burada ele almak çok uzun bir tartışmaya girmek anlamını taşır. Ama bu temel alanda da Wallerstein (ve Braudel) ile Marx arasında dağlar olduğunu mutlaka bilmemiz gerekiyor.)
Wallerstein Marksistlerin “geçiş dönemi” kavramını da bütünüyle küçümser, onu “kavram-olmayan-kavram” ya da “yok-kavram” (non-concept) olarak niteler. Böylece, Marksizmin dünya devrimi henüz gerçekleşmeden nasıl olup da bazı ülkelerin kapitalizmin ötesine geçebildiğine ilişkin açıklamasının temeli olan kavramsal aracı da ortadan kaldırmaya çalışır.
Birbirinin amansız düşmanı olan iki toplumsal formasyonu birbiriyle aynı saymak hiçbir büyük teoriye yaramamış, onu işlevsiz bırakmıştır. Totalitarizm teorisi, bunu Stalinist tipte bir “komünizm” ile faşizm arasında eşitlik işareti koyarak yapmıştı. Oysa bu iki sistem ölümüne bir savaşa girmek zorunda kaldı ve “komünizm” faşizmi insanlığın ufkundan çıkaran sistem oldu! Totalitarizm teorisi, buna rağmen varlığını dogmatik biçimde sürdürdü.
Şimdi birçok Marksist, Sovyetler Birliği’nin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve öteki (bürokratik olarak yozlaşmış) işçi devletlerinin varlığını yadsıyan bu teoriye temenna ediyor. Wallerstein’in dünya ekonomisi analizinin kapitalizmden kopmuş ülkeleri tanıyamadığı daha evvel yazıldı. Wallerstein kendisi de yazdı. Ama bazı şeyleri unutmak kimilerinin işine geliyor demek ki.
Kapitalizmden kopmuş ülkelerin varlığının inkârı, bunları kuran devrimlerin varlığının inkârı demektir. En önemlisi, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu sağlayan ve (Büyük Fransız devrimi ile birlikte) modern çağın en büyük iki devriminden biri olan büyük Ekim devriminin inkârı demektir. Marksizm adına Wallerstein’i genç kuşaklara neredeyse mükemmel bir teorisyen olarak sunan arkadaşlarımız bunu da mı göremiyor?
Lenin’e karşı hasmane (ve cahilane) tutum
Wallerstein, Marx’a borcunu hiçbir zaman saklamadı. Ama Marx’ın izleyicilerine ve Marksizme karşı tutumu ancak hasmane olarak anılabilir. Bu tutumdan en haksız biçimde payını alanın da, Marx’ın en iyi öğrencisi olan Lenin olduğunu vurgulayalım. Wallerstein Lenin’i Kautsky ve Stalin’le birlikte eleştirerek ona en büyük haksızlığı yapmıştır.
Marx’tan farklı olarak Marksistlere temel teorik eleştirisi analiz birimi olarak ulus devleti almış olmalarıdır. 1916’da Emperyalizm. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabını yazarak kapitalizmin bütünsel bir dünya sistemi haline gelmiş olduğunu vurgulayan Lenin’e de bu eleştiriyi yöneltme başarısını gösterir düşünürümüz. 1918’de (artık Rusya Komünist Partisi (B) adını taşıyacak olan) Bolşevik Partisi’nin 8. Kongresi’ne sunduğu programa partinin hedefinin “dünya devrimi” olduğunu yazmayı önerdiğinde Bukharin’in şaşkınlıkla “ulusal bir partinin programatik hedefi dünya devrimi mi olacak?” diye sorması karşısında, “evet, çünkü hedefimiz dünya devrimi” cevabını veren Lenin’e! 1919’da devrimin ülkesi, 14 ülkenin desteğiyle yeni iktidarı devirmeye çalışan Beyaz ordulara karşı ağır bir iç savaşta sarsılırken yeni bir Enternasyonal kurmak üzere harekete geçen Lenin’e!
Wallerstein Leninizmin sosyalizmin hedefini tek bir ülke içinde gelişmiş ülkelerin “sanayileşme düzeyini yakalamak” olarak tanımladığını da ileri sürer. Tabii, tarihte görülen en büyük teorik ve programatik çarpıtmalardan biri olan Stalinizmin sözüne inanırsanız, böyle gülünç teorik sonuçlara varabilirsiniz.
Nihayet, Wallerstein Marksizmin “ulusların, köylülerin, azınlıkların, kadınların ve çevre bölgelerin” ihmal edilmesiyle işçi sınıfına tek yanlı bir öncelik verdiğini ileri sürmektedir. Oysa bunlar Wallerstein’in “anti-sistemik güçleri”dir. Sovyet iktidarının “halkların hapishanesi” Çarlık Rusyası’nın tam beş ulusuna derhal kendi kaderini tayin hakkını tanımış olduğunu duymamıştır anlaşılan (“uluslar”). Lenin’in bütün stratejisinin işçi-köylü ittifakına dayandığını, Ekim devriminin köylüyü büyük bir toprak devrimi ile topraklandımış olduğunu duymamıştır anlaşılan (“köylülerin”). Bolşevizmin sadece hatırı sayılır nüfusu olan uluslara değil, en küçük ulusal topluluklara dahi bir siyasi ya da idari birimle özerklik sağlamaya çalıştığını (örneğin Azerbaycan’daki küçük Kürt toplumuna “Kurdistan-e Sor” adı altında) duymamıştır anlaşılan (“azınlıklar”). Ekim devriminin, kadınlara, onyıllardır verdikleri kahramanca mücadeleye rağmen emperyalist ülkelerde alamadıkları birçok hakkı tanıdığını duymamıştır anlaşılan (“kadınların”). Lenin’in Komintern aracılığıyla yürütülecek olan dünya devrimi için stratejisinin dünya proletaryası ile sömürge ve yarı-sömürge ulusların ittifakı olduğunu duymamıştır anlaşılan (“çevre bölgelerin”). İnsan şaşkınlığa düşüyor!
Bütün bunlar Wallerstein’in proletaryanın önemini azaltmak için başvurduğu stratejinin bir parçasıdır. Aşağıda göreceğiz.
Üretim mi, dolaşım mı?
Wallerstein’in genel teorisinde azgelişmiş ülkeler için yaptığı değişmezlik yargısından kaynaklanan hatanın da, başta Sovyetler Birliği olmak üzere işçi devletlerini inkârının da temelinde yatan, bütün bu ülkelerin dünya pazarı aracılığıyla tek bir dünya ekonomisinde birleşmiş olmasıdır. Bunun temelinde, Wallerstein’in modern dünya sistemini ya da kapitalizmi üretim ilişkileri ve üretim tarzı aracılığıyla değil, dolaşım ilişkileri aracılığıyla, ülkelerin ve bölgelerin piyasa ağıyla bütünleşmesi zemininde tanımlaması yatıyor. Bu, Marksistler tarafından Wallerstein’e karşı o kadar erkenden, o kadar güçlü, o kadar inandırıcı ve o kadar yaygın biçimde ileri sürülmüş bir eleştiridir ki, burada tekrarlamaktan biraz da sıkılıyoruz. Wallerstein istediği kadar Marx’ın en değerli yanlarını sıralarken “artı değer”den söz etsin, artı değer kendi analizinde merkezi bir rol oynamamaktadır! Yani bırakalım politikayı, en soyut teori düzeyinde bile Wallerstein Marksist değildir, Braudelcidir.
Ama bugün Marksist arkadaşlarımız, Wallerstein’in artık deftere yazılmış bu anti-Marksist hatasını bile hoş görülebilir hale getirmeye çalışınca, insan nasıl son direnen Marksistlerin de dönemin rüzgârına kapıldığını görmekten üzüntü duyuyor. Marx’ın Kapital’in ikinci cildini dolaşım ilişkilerinin incelenmesine hasretmesi, üretimin dolaşım üzerindeki önceliğini ortadan kaldırmaz. Ne de David Harvey gibi Marx’a rağmen bu ikisine aynı ağırlığı vermeyi bütün düşünsel faaliyetinin merkezine almış, kapitalizmin tarihini eksik tüketime bağlı olarak açıklamaya çalışan bir düşünür, Wallerstein’e inanmamız için bir deniz feneri olabilir. Wallerstein, kapitalizmin tarihini ve varlığını piyasa ilişkileriyle açıklar. Marx ise üretim ilişkileriyle. Bunun tartışılır yanı yoktur. Bize her şey Marx’ın haklı olduğunu gösteriyor. Başkaları Wallerstein’i tercih edebilir. Beraberinde Wallerstein’in bu yaklaşımının sonuçlarıyla yüzleşmek kaydıyla. Her durumda, yapılamayacak olan, kabul edilemeyecek olan, Wallerstein’in yaklaşımının Marx’ın yaklaşımıyla bu belirleyici konuda taban tabana zıt olduğu gerçeğini saklamaya çalışmaktır.
Maskeli anti-Marksist
Wallerstein’i hak ettiği yerde övdük. Maskeli Zapatista komutanının yanına ve bütün ezilenlerin mücadelesine maskesiz olarak koştuğunu söyledik. Buna karşılık, Wallerstein, sınıf mücadelesinin sinsi bir hasmıdır. O yüzden maskeli bir anti-Marksisttir.
Başkaları Elveda Proletarya diye kitaplar yazarken Wallerstein sınıf mücadelesini sözde savunmuştur. Bazıları da bu yüzden Wallerstein’in Marksizme aykırı ne demiş olursa olsun sınıf mücadelesinden vazgeçmemiş olduğunu söylüyor.
Bu külliyen yanlıştır. Bakın, bugünlerde herkesin referans yaptığı son yazısının (“Bu Son, Bu Başlangıç”) son paragrafında ne diyor düşünürümüz?
“Geçmişte, hayati önem taşıyan mücadelenin sınıf mücadelesi olduğunu düşündüğümü belirttim.” Ne güzel! Sonra devam ediyor. “Sınıf mücadelesini çok geniş bir şekilde tanımlamak koşuluyla.”
Şeytan ayrıntıda yatar. O geniş tanım içinde bütün “anti-sistemik güçler” var: Uluslar, köylüler, azınlıklar, kadınlar, çevre bölgeler vb. Wallerstein Kürt hareketinde neden bu kadar popüler anladınız mı? “Ekolojik, demokratik, kadın özgürlüğüne yaslanan” bir düzeni savunmak ve buna aynı zamanda sosyalizm diyebilmek için nasıl bir strateji anlamlı olur? Bütün ezilenlerin, kendine “kimlik” olarak yaklaşanların, ekoloji uğruna mücadele edenlerin de sınıf mücadelesi verdiklerini söylerseniz, yani artık kapitalizmin karşısına aldığı herkesin işçi sınıfı olduğunu söylerseniz, o zaman herkesin hep birlikte verdiği bütün mücadeleler sosyalizm uğruna mücadeleler haline gelir.
Bugün sadece Kürt solu değil, Türkiye’de sosyalist kökenden gelen birçok akım, bu teoriyi savunuyor. Düzenle cebelleşerek verilen her mücadelenin “sınıf mücadelesi” olduğunu ileri sürüyor. Bunlara göre Gezi ile başlayan halk isyanı bir işçi sınıfı hareketiydi. Ne güzel! İşimizi yapıyoruz demektir. Gerçekten proletarya içinde çalışmaya öncelik vermeye hiç gerek yok. Biz de sosyalist faaliyet yürütüyoruz. Çünkü ne yapsak sınıf mücadelesi oluyor. “Sınıf mücadelesini çok geniş bir şekilde tanımlamak koşuluyla.”
Hayır, sosyalizm mücadelesi Lenin’in, Wallerstein’in karaladığı partisiyle verilir. O parti, ezilen ulusları, ezilen dini grupları, kadını ve cinsel yönelimleri nedeniyle ezilen herkesi, tabii ki emperyalizm tarafından ezilen halkları, azınlıkları savunarak, onların ezilmesini engelleyecek bir programı bütün ezilenlere sunarak, onları bunun etrafında dövüşülmeye değer olduğuna ikna ederek, ama esas çalışmasını proletarya içinde yürüterek işçi sınıfının müttefiklerinin desteğiyle iktidara yükselmesini sağlayacaktır. Bununla yetinmeyecek, bir yandan sosyalizme geçiş için demokratik bir merkezi planlamaya dayanan bir ekonominin ilk temellerini atarken bir yandan da devrimi bir dünya devrimi haline getirmek için savaşacaktır.
Dünya sosyalizmi kurulduğunda, Jean-Paul Sartre, Edward Said, Noam Chomsky ve elbette Immanuel Wallerstein gibi aydınlar, Marksist geleneğin düşünürleri oldukları iddia edilmesine gerek olmaksızın hak ettikleri onurlandırmayla ödüllendirilecektir mutlaka. Paris’e, New York’a, Boston’a heykelleri dikilecektir.
Ama dünya sosyalizmi Marx’ı, Lenin’i ve diğer büyük Marksist önderleri, sosyalizmin gerçek önderleri olarak diğerlerinden ayırmayı da bilecektir.
[i] Meraklı okuyucu, bu ekolün görüşlerinin daha ayrıntılı bir betimlemesini ve eleştirisini şu çalışmamızda bulabilir: Kod Adı Küreselleşme. 21. Yüzyılda Emperyalizm, 2. Basım, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s. 251-269. Orada bu ekole en önemli teorisyenlerinin (Wallerstein, Emmanuel, Frank, Amin) adlarına izafeten WEFA ekolü ismini takmıştık.