Sudan dersleri (2): Şiddetten kaçarken iç savaşa tutulmak
Sudan’da başlayan ve artık on günü aşkın süredir devam etmekte olan, ülkenin silahlı kuvvetlerinin iki kanadı arasındaki askerî çatışmanın nedenlerine bu yazının ilk bölümünde değindik. Sudan devriminin önderliğini üstlenmiş Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin 2019’da, devrim doruğunda iken bu askerî kadrolarla anlaşarak bir “demokrasiye geçiş” sürecini onlarla birlikte örmeye çalışmasının ne kadar hatalı olduğunu da ortaya koyduk.
Bu iç savaş başlangıcının başta Sudan devrimcileri olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde kendine “devrimci” diyen herkesin gündeme getirmesi gereken bir başka sorun, 21. yüzyıl devriminde şiddetin yerine ilişkindir. Biz, Marksizmin teori-pratik birliği ilkesi uyarınca, yaşanan kanlı canlı devrimleri inceleyerek onlardan ders çıkarma anlayışını izliyoruz. 21. yüzyıl başından bu yana dünya çapında patlak veren, bugüne kadar hepsi başarısız olmuş olan devrimlerde bir “barışçılık”, yani “pasifizm” eğiliminin çok güçlü olduğunu, şiddetten uzak durmanın bu devrimlerin ana ilkelerinden biri haline geldiğini de çeşitli yazılarımızda ifade etmiş bulunuyoruz. Bu, genel olarak Arap devriminde, ama daha da vurgulu olarak Sudan devriminde çok belirgin bir özellik. 2019 sonlarında Sudan ve Cezayir devrimlerinden hareketle Arap devriminin Türkiye için derslerini çıkarmaya çalıştığımız uzun ve kapsamlı bir yazıda bu soruna da değindik. Aşağıda devrimde şiddete ilişkin bölümden uzun bir alıntı yapacağız. Sonra da bugün yaşanan karşı-devrim kampının iç savaş başlangıcının, devrimci kamp açısından nasıl bir ders içerdiğine ilişkin sonucu çıkaracağız.
2019 sonunda Sudan devriminde şiddetin rolüne ilişkin ne demiştik?
Şimdi 2019 yazısından uzun bir bölümü okumaya başlıyoruz:
“Ele almak istediğimiz soru, yalındır: Bir büyük devrimin, iktidarı ellerinde tutan hâkim sınıf temsilcilerinden alıp (…) “halk”a vermek isteyen bir devrimin, iktidardakilerin silah gücüyle ezilmesi ihtimaline karşı ne yapması gerekir? Modern çağın başlangıcından beri bütün muzaffer veya yenilmiş devrimlerin ve devrimci krizlerin gösterdiği, bir aşamada her devrimin kendisini savunmak için silahlanmak zorunda kaldığıdır. Devrim ya da devrimci kriz yaşanmakta olduğu halde silahlanmayan ya da silahlanmakta geç kalan önderlikler (örnek Paris Komünü, örnek Şili’de Unidad Popular), çok büyük sayıda insanın hayatının kaybına razı olmak zorunda kalmıştır. (Verdiğimiz her iki örnekte de on binlerle sayılıyor ölü sayısı.) Oysa 21. yüzyıl devrimleri (Arap devrimi) devrimin barışçı olması gerektiğine dair bir önyargı, neredeyse dogmatik bir inançla başlamıştır. Bugün Sudan ya da Cezayir sokakları ne zaman kitlelerle dolsa “sılmiyye” (barış) sloganı, bazen kendi başına, bazen “hurriya” ve “adala” ile birlikte, çınlamaktadır.
“Bu, taktik bir yaklaşım olsa elbette anlaşılabilirdi. Bu tür bir yaklaşım taktik nedenlerle bazı anlarda gerekli olabilir. Şu anda devrim yaşamakta olan iki ülke bu söylediğimize çok iyi bir örnektir. Sudan 21. yüzyılın başından bu yana iç savaşlarda çok ama çok acı çekmiş bir ülkedir. Yukarıda da anlattık, Kuzey ile Güney arasında 10 seneye yaklaşan bir iç savaş sonunda ülke ardında 2 milyon ölü bırakarak bölündü. Darfur’da ölü sayısı sayılamıyor, mülteci ve yerinden yurdundan olmuş milyonlar da cabası. Darfur’la birlikte, Kuzey ile Güney arasında sınır eyaletleri olan Mavi Nil ve Güney Kordofan’da da savaş hâlâ bitmiş değil. Böyle bir ülkede devrimin kitleleri birleştirmek için, bu başlayan toplumsal hareketin daha önceki mücadeleler gibi şiddete batmayacağını anlatmaya çalışması, barış şiarını öne çıkarması anlaşılır bir şey. Cezayir de pek az farklı. 1990’lı yıllar Cezayir’de köktendinci İslamcılarla dehşet verici bir savaşa sahne olmuştu, devletin kullandığı yöntemler bugün “imha savaşı” kavramının bile kullanılmasına neden oluyor. O savaşın yarattığı travma, bugün çok insanın silah ve şiddete çok uzak hissetmesine mutlaka yol açıyor olmalıdır. Her ne kadar bütün gözlemciler “milenyum kuşağı”nın bu konuda eski kuşaklardan çok farklı olarak bir travma deneyiminden geçmediğini hatırlatsa bile.
“Ama Mısır ve Tunus için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İki ülkede de köktendinci İslamcıların terörist tarzda sabotaj ve suikastleri zaman zaman yaşanmıştı, hâlâ yaşanıyor. Ama bunun dışında, ikisinin de son onyıllarda ağır ve travmatik bir iç savaş benzeri deneyimden geçmediği biliniyor. O zaman bugünkü devrimlerde taktik mülahazalar anlaşılabilir olsa da, Mısır ve Tunus örnekleriyle birlikte hakikatin yüzü aydınlanıyor: Barışçı devrim yaklaşımı, son dönemin ideolojik ortamının bir ürünüdür. Eski kuşaklar için devrim çok çeşitli araçlarla yapılabilen bir şeydi. Arap devrimlerinin bir kısmı (Mısır 1954, Irak 1958) büyük kitle seferberliklerinin askeri darbelerle iç içe geçtiği bir biçimde gerçekleştirilmişti. Oysa şimdi “sılmiyye” sokakları çınlatıyor. Neden?
“Bunu ancak “tarihin sonu sendromu” olarak anabiliriz. Yukarıda “ideoloji ve bilinç” alt başlığı altında anlattığımız genel ideolojik iklim, artık kapitalizmden başka sistemlerin olanaklı olmadığı fikrini çok güçlü bir şekilde yaydığından devrim de anlamlı bir yöntem olmaktan çıkmıştı. Kitle eylemleri söz konusu olduğunda ise “şiddete başvurmayan yöntemler” veya “pasif direniş” çok daha popüler hale gelmiş, hatta “sivil toplum kuruluşları” tarafından sistematik olarak pazarlanmıştı, hâlâ da pazarlanıyor. Gün Che’nin resimlerine bakıp iç çekme ama Gandhi’yi yüceltme günüdür. Sonra devrim kendiliğinden geri geldi, ama bu sefer silahlarını bırakarak. Eski kuşaklar darbeyi bile mübah görüyordu. Sovyet çöküşü sonrası kuşaklar, oy sandığından başka değişim yolu tanımamakta ısrar ediyorlar. Kendileri devrim için ayağa kalktıklarında bile.
“Burada derhal bir ironi ile karşılaşıyoruz. Bugün Mısır ve Tunus devrimlerinin tarihi daha ayrıntılı biçimde yazılmaya başlandıkça, her iki ülkede de, başta uluslararası bilgi akışına dâhil olmamış kitlesel şiddet örnekleri adım adım günyüzüne çıkıyor. Birinci kuşak Arap devriminin bir araştırmacısı Mısır ve Tunus devrimleri hakkında şöyle yazıyor: “Genel izlenimin tersine, bunlar ‘aşağıdan sınıf temelli isyanlardı’ ve şiddete başvuruyordu; bir toplumsal dönüşüm programları olmasa bile ülke içinde ve dışında kendi karşılarında karşı devrimci düşmanlar yarattılar.” Aynı yazar “Tunus ve Mısır’da yakılan polis karakollarından ve Tunus’ta RCD’nin binalarının yakılmasından” söz ediyor. “Kitlesel toprak ve bina işgalleri, elektrik, doğal gaz ve benzeri faturaların toplu halde ödenmemesi, hatta ender durumlarda fabrika işgalleri... Arap devrimleri daha önceki plebyen devrimlerin tarihsel geleneğine sahip çıkmıştır.”[1] Buna günümüz devrimlerinden de örnek vermek mümkün. Bir kere Sudan’da lastik yakmak, Müslüman çoğunluklu bütün ülkelerde olduğu gibi, vakayı âdiyeden. Aynı zamanda yol kesme ve trafiği engelleme de.[2] En son Cezayir’de, şehirlerine “diyalog” adına gelen yarı-resmi bir heyetin pankartına, bir dini törenin cezbesine kapılmış gibi büyük bir heyecanla şiddet uygulayan kitlelerin tutumu genel olarak halkın şiddete o kadar da yabancı olmadığını düşündürüyor. Neden bu çelişki? Bizim hipotezimiz şudur: “Barış” şiarı, yukarıda sözünü ettiğimiz, “tarihin sonu” ideolojisinden çok etkilenmiş olan “Gezi ittifakı”nın üzerine titrediği bir yaklaşımı simgeler. Fikri modalar işçi ve emekçi halkı, okumuş küçük burjuvadan çok daha az etki altına alır. (“Moda” olmayıp kalıcı olan fikir ve duygu sistemleri ise, mesela din ve milliyetçilik, işçi ve emekçi kitlelerin bağrında çok daha inatçı tarzda yaşar.)
“Dolayısıyla halk sınıflarına ve sınıf coğrafyasının taşrasına gidildikçe şiddet eğiliminin kendiliğinden artmasına olağan bakmak gerekir. Şunu da eklemek koşuluyla: Büyük toplumsal mücadelelerin bir aşamasında, devletin uyguladığı yöntemler en barışçı yöntemleri savunan insanları bile zıvanadan çıkarabilir.
“Şimdi işin en hassas yönüne geliyoruz. Sudan devrimi, 21. yüzyıl insanına bir hayat dersi verdi, ama maalesef devrimin küçük burjuva önderliği bu dersi alamadı. Devrimin en büyük eyleminin Genelkurmay önünde yapılan ve yüz binlerin katıldığı oturma eylemi olduğu kuşku götürmez. Bu büyük güç ve kararlılık gösterisidir ki, baskı aygıtlarının tamamının (ordu, Çevik Destek Kuvvetleri, NISS, polis) üst kademesini oturma eyleminin başlamasından beş gün sonra Ömer el Beşir’i görevden alma kararını vermeye itti. Şimdi soralım: Baskı aygıtları bu eyleme neden izin verdi? Kitlenin gücünden korkup şiddete başvuramadıkları açıklaması (bazen böyle şeyler mümkündür, uygulanan şiddetin siyasi bedeli devlete çok yüksek görünür) bu örnekte doğru değil. Bunun iki kanıtı var: Birincisi, 3 Haziran’da bu yapıldı, yani şiddete, hem de ne şiddete başvuruldu. Demek ki oturma eyleminin başladığı 6 Nisan ile Beşir’in görevden alındığı 11 Nisan arasında da yapılabilirdi. Evet, konjonktür değiştiği için belki Nisan’da mümkün değildi denebilir. Ama, ikinci noktamız da burada devreye giriyor: Bu bile doğru değildir çünkü baskı aygıtları, medyaya yansıyan haberlere bakılırsa NISS ve/veya Çevik Destek Kuvvetleri 6 Nisan ile 11 Nisan arasında birkaç kez halkın üzerine ateş açmışlar ama kitleyi dağıtamamışlardır. Böyle bir şey mümkün mü? Elbette değil. Hangi kitle kurşunlar altında dağılmaz? O zaman nasıl oldu da bu kitle dağılmadı? Çünkü baskı aygıtlarında çözülme başlamıştı! Çünkü erlerin, astsubayların ve alt rütbeli subayların bir bölümü, karşı devrimci ateş başlar başlamaz halkı korumak için silaha sarılmıştı! Hem de tek defa değil. Bu karşılıklı ateş birkaç kez (sayısını bilmiyoruz, muhtemelen daha büyük olaylarla küçük sataşmaların iç içe geçişi sayıyı saptamayı zorlaştırıyordur) yaşanmıştı!
“Bu, devrim tarihi için bir laboratuvar değerindedir. Karşı devrimci cephenin silahlı kuvvetlerinin, devrimin etkisiyle kendiliğinden dağılmasının çarpıcı bir örneğidir. Bu olay çok berrak dersler içeriyor. Bunlardan birincisi şudur: Halkın yanında bazı silahlı güçler olmasa, yani devrim kendini silahlı olarak savunmasa, Ömer el Beşir bugün başta olacaktı. Özgürlük ve Değişim Güçleri bugün nereye geldiyse, o isyancı askerler sayesindedir. Bu yüzden “laboratuvar değeri”nden söz ediyoruz. Barışçı yöntemler devrimin asgari zaferi için bile yeterli olmayabiliyor. Bu durumda devrimin özsavunması küçük burjuva karakterdeki önderliğe rağmen, hareketin genelinin büyük gücünün etkisi altında gerçekleşmiştir. Ama bir sonraki aşamada özsavunma konusunda hiçbir güvence yoktur. Bu, savunulabilir bir yöntem değildir. Devrim yapmak isteyen devrimin özsavunmasını uygun bir zamanlama ve taktik ile sağlamak zorundadır. Bu stratejik bir sorundur. 21. yüzyıl devriminin çözülmesi gereken ana sorunlarından biri de budur.”
Tarihin önderliğe oynadığı oyun
Şimdi bütün olanlardan sonra şiddet karşıtlarının şapkayı önlerine koyarak düşünmesi gerekiyor. Onların en güçlü kozu insan hayatının korunmasıdır. Buna eşlik eden bir diğer mülahaza, devrimlerin şiddet sarmalına teslim olduğunda değerinden çok şey yitireceğidir. Şimdi daha ilk bir haftada Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği güvenilir (ama asgari) rakamlara göre, 413 sivil hayatını yitirmiş, 3500’den fazla sivil de yaralanmıştır. Çatışma devam ederse bu sayıların çok hızla tırmanacağı açıktır. Sivil halkın içinde ağır silahlar patlamakta, bizde 15 Temmuz 2016’da olduğu gibi uçaklar ve ağır zırhlı araçlar toprağı ve evlerin çatılarını titreterek geçmekte, 7 milyon insanın yaşadığı Hartum-Omdurman-Bahri üçlü şehir bölgesinde her türlü acil ihtiyacın (gıda, elektrik, su, internet vb.) karşılanması her gün daha da güçleşmekte, on binler kısa ateşkes anlarında arkalarına bakmadan daha kırsal bölgelere kaçmak için derhal harekete geçmektedir. İnsanlar çatışmaların yaşandığı bölgelerden daha az tehlikeli bölgelere yığınlar halinde göç etmektedir. Ülke dışına kaçışlar da artmıştır. 2000’li yıllarda şiddetten çok çeken Darfur eyaletinden şimdiden 15 bin insanın komşu Çad’a kaçtığı bildiriliyor.
Fransa’nın Le Monde gazetesi başlık atıyor: “Yedi milyon rehine”! Sudan halkı buna layık değildir. Bu halk, daha altı ay öncesine kadar hayatını tehlikeye atarak her gün on binleriyle, yüz binleriyle, bazen milyonlarıyla sokağa çıkıyor, askerin siyasi hayattan bütün bütüne çekilmesini talep ediyordu. Milyonlarca devrimci birden nasıl “rehine” oldu?
Bir ülke devrimci bir krize girdi mi, şiddete hazır olmak gerekir. “Sılmiyye” diye slogan atarak şiddeti uzaklaştırmak hayaldir. Dün milyonlarca devrimci eylemcinin şiddetinin örgütlenmesine karşı çıkanlar, askeriye içinden gelen desteğe omuz silkenler, bugün milyonlarca halkın iki karşı-devrimci caninin uyguladığı şiddet karşısında mazlum ve suskun kitleler halinde ezilmelerini zavallı gözlerle izliyorlar!
Tarihin ironisi
Bir küçük ironiyi eklemeden yazıyı bitirmeyelim. Sudan devrimi yükselirken, henüz el Beşir devrilmeden önce yazdığımız bir yazıda, Sudan rejiminin ayaklanan halkı “Suriye ya da Libya olmak”la, yani iç savaş senaryosu ile korkutmaya çalıştığını yazmıştık. Bir alıntı:
“Kıyamet senaryosu, Beşir de dâhil düzen güçleri tarafından kitle hareketini korkutmak için bir şantaj malzemesi olarak kullanılıyor. Burada söz konusu olan Libya-Suriye senaryosudur. “Kargaşa” (siz bunu devrim olarak okuyun) devam ettiği takdirde, denilmektedir, Sudan bu ülkelerle aynı kaderi paylaşacaktır ve (Suriye gibi) bir “mülteciler ulusu” haline gelecektir. Ne yazık ki, böyle bir senaryo gerçek dışı değildir. Suriye, Arap devriminin ateşi içinde, 15 Mart 2011’den Eylül ayına kadar bir halk ayaklanması yaşamış, tarafların yenişememesi üzerine ABD ve bölgesel güçler (Suud, Katar, Türkiye) iç savaşa giden yolu döşemiş, bu daha sonra vekâlet savaşlarını gündeme getirmiştir. Sudan etnisite, din, bölge, aşiret temelinde bu tür çatışmalara zaten eğilimi olan bir ülkedir. Suriye’de son zamanlara kadar, Libya’da ise hâlâ olduğu gibi savaş ağalarının hâkimiyetinde bir dizi bölgeye ayrışması hiç de olmayacak bir şey değildir.”
Sudan devriminin saflarında bu korkunun önemli bir rol oynamış olduğunu biliyoruz. Ama, sık sık söylendiği gibi, korkunun ecele faydası yoktur. Şiddetten uzak durarak iç savaş senaryosunun eline oynamamaya çalışan Sudan devrimcileri, şimdi bütünüyle karşı-devrimci güçlerin iç savaşıyla karşı karşıya kalmış bulunuyor!
Bakın, Hartumlu bir sanatçı uluslararası basına ne demiş? “Telefonla görüştüğümüzde, ‘tamamen çaresiz hissediyoruz’ dedi. ‘Herkes ülkenin Yemen ya da Suriye’ye benzeyeceğinden kaygılanıyor. İç savaşın hayaleti hepimizin kafasında.’”
Korkunun ecele faydası yok gerçekten de!
[1] Jamie Allinson, “A Fifth Generation of Revolution Theory?”, Journal of Historical Sociology, 2019: 1-10, buradaki referanslar sırasıyla s. 8, 2 ve 7. Alıntılarda sözü edilen RCD, Binali’nin iktidar partisiydi. Biz şahsen 2013’te Afrika Sosyal Forumu için Tunus’a gittiğimizde RCD genel merkezinin nasıl harap halde, bir bina cesedi gibi durduğunu gözlerimizle görmüştük.
[2] https://www.dabangasudan.org/en/all-news/article/power-water-cuts-prompt-protest-in-sudan-capital.
[3] Bkz. Eric Reeves, “The Constitutional Charter and the Future of Sudan”, Radio Dabanga’ya demeç, 7 Ağustos 2019, http://sudanreeves.org/2019/08/07/op-ed-the-constitutional-charter-and-the-future-of-sudan/.
[4] Africa Intelligence, The Indian Ocean Newsletter, 6 Eylül 2019 tarihli sayı, https://mail.yahoo.com/d/folders/1/messages/39858?.src=fp.
[5] Reeves, a.g.y.
[6] Eric Reeves, “‘General’ Mohamed Hamdan Dagalo (‘Hemiti’): One of the Most Powerful Men in Sudan – And One of the Richest”, 1 Ağustos 2019, http://sudanreeves.org/2019/08/01/general-mohamed-hamdan-dagalo-hemeti-one-of-the-most-powerful-men-in-sudan-and-one-of-the-richest/. Ayrıca bkz.”Economie politique du régime et de la révolte”, Entretien avec Raphaëlle Chevrillon-Guibert, Noria, https://www.noria-research.com/fr/economie-politique-du-regime-et-de-la-revolte/.