İstanbul’un üç fethi

İstanbul’un üç fethi

Süleymaniye cami değildir.

Nâzım Hikmet

Böyle yazıyordu büyük şair 1930’lu yıllarda Orhan Selim mahlasıyla bir gazetede köşe yazarlığı yaparken. Sansür ve baskı olmadan kendi adıyla yazması kolay değildi, devlet öylesine korkuyordu onun gençlik üzerindeki etkisinden. İmdi, Süleymaniye bal gibi camiydi. Mimar Sinan’ın şaheseriydi. Kanuni Sultan Süleyman’ın selatin camisiydi. Nâzım’ın gerçekliğe ve sağduyuya meydan okuyarak söylediği şuydu: Süleymaniye öylesine güzel bir binaydı ki, insan aklının ve insanın tekniğinin öylesine olağanüstü bir yaratısıydı ki, Sinan’ın dehasının ve ustalarının sanatının öylesine muhteşem bir ürünüydü ki, her şeyden daha önemli olarak başlı başına bir sanat yapıtı idi. Bir mabet olarak işlevi ancak ikinci sırada gelebilirdi.

Aynı şey bu Konstantiniyye şehrinin öteki harikası olan Ayasofya için de geçerlidir.

İstanbul’un fethi

İstanbul’un Osmanlı’nın öteki ünlü padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından ele geçirilmesi çığır açan bir diplomasi ve savaş zaferiydi. Yüzyıllar boyu önce Doğu Roma, ardından Bizans olarak bütün bir coğrafyayı hâkimiyeti altında tutmuş olan güçlü imparatorlukların yıkıntısı üzerinde yeni bir imparatorluğun kurulmakta olduğunu haber veriyordu. Hem Avrupa’nın hem de bugün yaygın biçimde MENA olarak anılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın fizyonomisini toptan değiştiriyordu. Osmanlı, yaşlı kıtanın oluşturduğu jeostratejik sistemin bir parçası haline geliyordu. Baskın olarak Yahudi-Hristiyan geleneğe bağlı kıtanın biçimlenmesinde hem bir aktör haline geliyor ama aynı zamanda o dünyayı tehdit eden Müslüman öteki rolünü üstleniyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ise “Avrupa’nın hasta adamı” ünvanını kazanacaktı. Tabii Osmanlı Balkanlara İstanbul’un fethinden çok daha önce girmişti. Ama “İmparatorluğa” dönüşmesi İstanbul/Konstantiniyye fethedildikten sonra tamamlanıyordu.

Konstantiniyye artık Müslümanların elindeydi, ama Roma’nın tarihi (elbette Doğu Roma olarak) o zamanlar “Küçük Asya” olarak bilinen, şimdilerde Anadolu olarak anılan coğrafyanın üzerinde bir heyûla gibi dolaşıyordu. Genç kuşaklar kendilerine acaba soruyorlar mı, Yunanistan’ın halkına neden “Yunan” denir de İstanbul’un, Anadolu’nun, hatta başta Kıbrıs olmak üzere Ege adalarının halklarına, ötekilerle aynı etnik gruptan oldukları halde “Rum” denir? Yani Romalı. Nâzım gelene kadar muhtemelen bu coğrafyanın en büyük şairi olarak görülmüş olan Mevlana’nın öteki lakabı neden “Rumi”dir?

Evet, Osmanlı İmparatorluğu hiç tartışmasız bir Müslüman devleti idi. Sultanlar 16. yüzyılın başlarından itibaren (1924’e kadar) aynı zamanda bütün İslam dünyasının halifesiydi. Ama imparatorluğun üzerinde yükseldiği toplum pek benzeri olmayan bir karışımdı: Günümüzde sanki hiç birleşemeyecekmiş gibi birbirinin karşısına yerleştirilen Garp ile Şark’ın bir alaşımı.

Osmanlı ordusu Konstantiniyye’ye ve halkına çok acımasız davrandı. Ama Meksiko’da Zócalo Meydanı’nda Aztek tapınağının yıkıntısı üzerine dikilmiş ana katedralden Hindistan’daki Ayodhya Mabeti/Babür Camisi denen yapıya kadar bütün tapınaklarda fatihler aynı şeyi yapmıştır: Ya önceki uygarlığın tapınaklarını yerle bir etmiş ve yerine kendi kutsal yerlerini kurmuşlardır ya da eskiden var olan binayı fatihin kutsal yeri haline getirmişlerdir. 6. yüzyılda inşa edilmiş Ortodoks Hristiyan bazilikası Ayasofya’ya Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı da bu olmuştur. Ama binayı cami haline getirirken ne sanat eserlerine ne de kutsal varlıklarına zarar verilmesine izin vermiştir. Fatih Garp ile Şark’ın bir sentezi arayışı içindedir ama elbette kendi uygarlığının demir yumruğu altında. İstanbul’un fethine çok büyük şiddet de eşlik etti, kitlesel katliamlar oldu, yağma ve köleleştirme yaygın uygulamalardı. Ancak, bugün insanlık dışı olarak gördüğümüz zulmü, hangi uygarlık fethettiği yabancı ellerde uygulamadı ki? Her üç tektanrılı dinin kutsal bellediği Kudüs’ü ele geçirdiklerinde Haçlılar o güzelim şehri neredeyse yok etmenin eşiğine gelmemişler miydi? Aynı Haçlılar bir aşamada tam da Konstantiniyye’nin göz bebeği Ayasofya’yı Ortodoks Hristiyanlığın bazilikası olmaktan çıkartarak Katolik katedrali haline zaten getirmemiş miydi?

Bugün Erdoğan iktidarı ile Danıştay birlikte Ayasofya’yı yeniden cami haline getirdi. Ya da getirdi mi?

Çanakkale geçilmez mi?

Bu şekilde hiç konuşulmuyor, onun için vurgulayalım: Cihan Harbi’nin sonunda İstanbul Osmanlı’nın elinden çıktı. Mütareke (30 Ekim 1918) imzalanır imzalanmaz İtilaf kuvvetleri şehri gayri resmi olarak işgal etti (13 Kasım 1918). Daha sonra 16 Mart 1920’de İngilizler İstanbul’u bir kez daha, bu sefer resmi olarak işgal edecek, zaten durumu sallantıda olan Meclis’i kapatacak (20 Mart), ülkenin idaresini savaşın sonlarına doğru tahta çıkartılmış olan zayıf kişilikli padişah Vahdettin ile İngilizlerin bir oyuncağı olan Sadrâzam Damat Ferit’e emanet edeceklerdi. Arada Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919’da İngilizlerin talimatıyla İzmir’e çıkmıştı.

Bugün bile Türk insanı “Çanakkale geçilmez” diye ulusal gurur duyar. Oysa 1915’teki o muharebenin konusu, Boğazların kimin kontrolünde olacağı idi. Tabii Çanakkale Boğazı’ndan daha da büyük olan ödül İstanbul Boğazı idi. 1918 işgaliyle başlayan süreçte Çanakkale’nin “geçilmez”liği yerle bir olmuştu! Her iki boğaz ve pâyitaht İstanbul İngiliz’in elindeydi artık. Muharebe kazanılmış olabilirdi, ama harp yitirilmiş, karşı taraf amacına ulaşmıştı. Balkan topraklarının 1912-1913 Balkan Savaşları’nda, Arap topraklarının Cihan Harbi’nde kaybedilmesinden sonra elde kalan son topraklar Anadolu ve Rumeli de çeşitli emperyalist ülkelerce (İngiltere, Fransa, İtalya) ve emperyalizmin koruması altındaki Yunan devletince paylaşılmakta idi.

Osmanlı İmparatorluğu can çekişiyordu. Ama son topraklarını da hiç itirazsız emperyalizme ve müttefiklerine teslim ediyordu. Vahdettin ve Damat Ferit kliği kendi konumlarını koruma telaşı içinde İngilizlere neredeyse açık çek vermişti. Anadolu ve Rumeli’nin halkı Müdafaa-i Hukuk ve benzeri adlar altında cemiyetler kurup Kuva-yı Milliye adını alan birliklerle partizan savaşına başlamasa ve 1908 burjuva devriminden arta kalan kadrolar bu mücadeleyi merkezileştirerek işgalcilerle başa çıkabilecek bir ordu kurmasa, Anadolu 20. yüzyılın geri kalan bölümünde Yunan toprağı haline gelebilirdi. Ama bunun da üstüne Sovyet Rusya olmasaydı ve Ankara hükümeti ile ittifaka girmeseydi zafer muhtemelen kazanılamazdı. Hem silah, mühimmat ve para yardımıyla, hem Komintern üyesi Yunan Komünist Partisi’nin devrimci bozguncu politikasıyla, komünizm, savaşın ve onunla bir arada gelişen burjuva devriminin zaferinde büyük rol oynamıştır. İşte bunun sonucundadır ki, 6 Ekim 1923’te, yani tam beş yıl işgal altında kaldıktan sonra, İstanbul Türk tarafına iade ediliyordu. İstanbul’un ikinci fethi budur.

Bir zamanlar İslam uygarlığının ihtişamının taşıyıcısı olan ama 19. yüzyılda Avrupa devletler sisteminin paryası haline gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tarihi iflasını kavrayamayan, 20. yüzyıl (ve dolayısıyla 21. yüzyıl) Türkiyesi’nin güzergâhının manasını da anlayamaz. Osmanlı, bütün tarihi olanaklarını tüketmişti. Cumhuriyet çürümüş bir imparatorluğun enkazından doğdu. Savaşlarla kesintiye uğramış 15 yıllık bir devrimci dönemin ve iki burjuva devriminin ürünü olarak. Bugün Osmanlı nostaljisi içinde olanlar tarihi gerçekleri bütünüyle görmezlikten geliyor ve halktan gizliyorlar.

Bilindiği gibi, Ayasofya’yı müze haline getiren hükümet kararnamesi 1934’te kabul edilmiştir. Günümüzün sert ideolojik ikliminde, Kemalistler bunu laikliği güçlendirmek için atılmış bir adım olarak görüyor. Ama unuttukları, unutmak ve unutturmak istedikleri bir gerçek var. Bu onların, içinden baktıkları ideolojisinin kör noktası: Kemalizm’in hedefi sadece kendine özgü ve çelişik bir laiklik değildir. Aynı zamanda “muasır medeniyet seviyesi”ne erişmek, yani Avrupa uygarlığına intisap etmektir. Kemalistler kendi ülkelerinde bir Avrupa sömürgeleştirme hareketi başlatan bir kadrodur. Ayasofya’nın müze yapılması ne kadar doğru olursa olsun, aynı zamanda “yeni Türkiye”yi Batı’ya hoş göstermek içindir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşananlar da eklendiğinde (ABD, NATO, ardından AB vb.) bu uygarlık transplantasyonu cumhuriyetin halk gözündeki itibarına ve (olduğu kadarıyla, bütün çelişkileriyle laikliğe) büyük zarar vermiştir. Bunun sonucunda, halkın önemli bir kesimi, burjuvazinin, bu kendi ülkesini sömürge haline getirecek uç tutumundan dolayı laik cumhuriyete düşman olmuş, 1960’lı yıllardan itibaren İslamcılık adım adım yükselmiş, en nihayetinde Erdoğan ve AKP çok ciddi ve inatçı bir halk desteğiyle 20 yıla yaklaşan hâkimiyetlerini başka şeylerin yanı sıra bu sayede kurmuştur.1

Erdoğan Türkiye’nin bu kendine has laikliğinin zeminini bütünüyle terk etti mi? Biz yıllardır Erdoğan’ın hilafeti geri getirmeyi hedeflediğini yazıyoruz. Şimdi birçok insan bu gerçeğe uyandı. Ama geç kalmışlığın telaşı ile Ayasofya meselesinin önemini abartıyor, sanki laiklik bahsinde bir eşik aşılmış, nitel bir değişim yaşanmış gibi ve telaş içinde konuşuyorlar. Evet, Erdoğan o yönde yürüyor. Ama bu, Erdoğan’ın stratejik yolculuğunda sadece taktik bir uğraktır. Stratejik hedef Türkiye’yi Sünni İslam dünyasının hegemonik gücü haline getirmektir. Tabii bunun MENA bölgesinde Sünni Arap dünyasından başlayacağı hesaplanıyor. Ama onun hemen arkasından sırada Afrika vardır. (Asya’da Endonezya, Bangladeş, Pakistan gibi dev ülkeler ve hırçın Afganistan çok uzak hedefler olabilir ancak.) Bu süreç içinde Erdoğan kendisi de bütün Arap-Afrika İslamı’nın “reis”i olmayı düşlüyor. Birçokları buna Yeni Osmanlıcılık adını veriyor. Biz ise Rabiacılık kavramını tercih ediyoruz.2 Evet, bu yolculuğun doruk noktası elbette hilafetin yeniden tesisi olurdu. Bu, İslam âlemi üzerinde Türk hegemonyasının yeniden kurulmasının üzerine vurulmuş mühür işlevini görürdü. Ama hilafet bu hegemonyanın mümkün biçimlerinden sadece biridir, en üst aşamasıdır. Yoksa diğer biçimler de olanaklıdır.

Dolayısıyla Erdoğan o yönde ilerlemektedir ama henüz ulaşmayı amaçladığı menzilin çok uzağındadır. Bu menzile ulaşmasının mümkün olup olmadığı da çok kuşkuludur. Bu maraton benzeri koşunun son turuna girmeden önce de Türkiye’nin Batı emperyalizmiyle kendisinden önceki tarihi gelişmesi içinde oluşturduğu yoğun ilişkiler ağını terk etmeyecektir, edemez. Bu hedefi için Batı’da bir sponsor bulabilirse (mesela şu anda Suriye ve Libya’da izlemekte olduğu Rabiacı politikaları desteklemekte olan İngiltere (Britanya) veya İran’a karşı mücadele ederken her türlü Sünni mezhepçi politikaya hayırhah bakan ABD ve onun yanında İsrail olabilir bu sponsorlar), böyle bir ittifakı son ana kadar sürdürmekten kesinlikle kaçınmayacaktır. Yani, “işte nihayet o an geldi” gibi yorumlanan geçmişten her yeni kopuş adımı, evet, stratejik amacına doğru biraz daha yaklaşması anlamına geliyor ama tam bir kopuş değil hiçbiri. Bir kavram olarak “yeni Osmanlıcılık” bu yüzden yanıltıcıdır. Şayet Erdoğan hedefine cumhuriyet biçimi altında erişebilirse, bundan en ufak bir kaygı duymayacaktır.

Şimdi geçen bölümün sonunda sorduğumuz soruya cevap verebiliriz: Erdoğan, Ayasofya’yı gerçekten camiye dönüştürdü mü? Biz hiçbir yerde Erdoğan’ın “Ayasofya yeniden cami olmuştur” cümlesini kullandığını görmedik. Son derecede ilginç bir operasyon ile karşı karşıyayız. Herkes google’a girerek kendisi görebilir: Erdoğan her defasında Ayasofya’nın “cami olarak hizmete girmesi” diyor, bütün yandaş medya, başlıklarına Ayasofya’nın “cami olması” yazıyor! Hepsi böyle yazdığına göre bu bir dalgınlık ya da atlama değil, merkezi bir talimatla yapılmış bir tahrifattır. Çifte söylemin, ikili konuşmanın ileri düzeyde bir örneği ile karşı karşıyayız. Erdoğan Türkiye ve dünya Müslümanlarına “Ayasofya cami olarak hizmet verecek” dedikten sonra derhal ekliyor: “Müslime de gayri Müslim’e de açık olacak”. Bu da Hristiyan dünyasının tüketimine sunulmuş öteki söylemdir. Bu ikili dilin, sonunda nasıl bir çözümde cisimleşeceğini zamanla göreceğiz.

Son fetih

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla

Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın

Vedat Türkali

Bu sitede 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanmasına ilişkin bir yazımız yayınlanalı ancak bir ay oluyor. Bu yazı şöyle açılıyordu:

“Bundan 50 yıl önce Türkiye, cumhuriyet tarihinin hâlâ aşılmamış olan işçi sınıfı eylemiyle sarsıldı. İstanbul’un ve Kocaeli’nin işçileri, ikisinin orta yerinde Türkiye işçi sınıfının başkenti Gebze’nin işçileri, iki gün boyunca Türkiye’yi sarstılar, burjuvazinin yüreğine korku saldılar, önlerine çıkan her barikatı aştılar, rehine alınan arkadaşlarını polisin elinden, karakollardan, ‘toplum polisi’ otobüslerinden çektiler aldılar, ‘zenginler gücümüzü görsün’ diyerek Bağdat Caddesi’ni sloganlarıyla inlettiler, Cağaloğlu’nda Vilayet’in, Kadıköy’de ve Kartal’da Kaymakamlığın, İzmit’te Kolordu’nun önünde gövde gösterisi yaptılar. ‘Haramilerin saltanatı’ iki gün boyunca binalara kapandı, savunmaya geçti. İstanbul iki gün boyunca layık olduğu insanların eline geçti.”

Yazı bu iki gün için şu yargıya varıyordu:

“15 Haziran’da 70 bin işçi, İstanbul’un çeperinde gösteri yaparak burjuva devletine deyim yerindeyse ‘el ense çekmiş’tir. İlk günün deneyimiyle güçlenmiş ve cesaret kazanmış biçimde ikinci gün 150 bin işçi, Türk-İş’in ve bağımsız sendikaların üyelerini de, sendikasızını da, işsizi, kent yoksulu, devrimci genci de yanına katarak şehrin merkezine yönelmiş, devlet güçleriyle çatışmış, barikatları aşmış, İstanbul’un efendisi olmuştur.”

“İstanbul iki gün boyunca layık olduğu insanların eline geçti.” Sonra “150 bin işçi (…) İstanbul’un efendisi olmuştur”. Bu, İstanbul’un üçüncü fethidir. Sadece iki gün sürmüştür, ama 15-16 Haziran hakkında hep söylediğimiz gibi geleceğin habercisi bu fetihtir.

Bu satırları yazdığımız Mayıs ayı sonunda, yazı sitede yayınlandıktan sonra sadece bir ay içinde Danıştay’ın 1934 hükümet kararnamesini iptal ederek cumhurbaşkanına 30 gün içinde Ayasofya’yı eski haline iade etme görevini bağlayıcı olarak vereceğini elbette bilemezdik.

Danıştay bu kararıyla Osmanlı Sultanı II. Mehmed’in iradesi önünde yerlere kadar eğildi. Danıştay 10. Dairesi’nin aldığı kararın başka bir izahı yoktur. Bir cengaver padişah bundan neredeyse 600 yıl önce İstanbul’u yüzyılların Bizans İmparatorluğu’ndan savaşla almış ve o şehre başka bir uygarlığın damgasını vurmak için Ayasofya adlı katedrali cami yapmaya karar vermiş. Bunun yolu vakfiyye midir, padişah fermanı mıdır, Şeyhülislam fetvası mıdır, bunların önemi ikincil. Danıştay 10. Dairesi bu kararla Osmanlı sultanının iradesinin, bu konuda aldığı kararın günümüz hukukunu bağladığını ilan etmiştir. Vah o Danıştay’a! Cumhuriyet devlet biçiminin saltanatı ilga ettiğini, bu topraklarda devletin işleyişi ve kamusal herhangi bir boyutu olan herhangi bir faaliyetin yürütülmesi üzerinde sultanların ve sultanlık kurumunun iradesinin hiçbir geçerliliği olamayacağını unutmuştur!

Üstelik ikincil düzeyde bunu “özel mülkiyet” biçimine bağlayarak yapmıştır. Sultan II. Mehmed Ayasofya’yı kendi vakfına bağlamış, cami olarak kullanılmasını buyurmuş, 1934’teki Bakanlar Kurulu kararı ise vakfedenin özel hukuktaki haklarını ihlal ediyormuş! İnsan kendisini lunaparklardaki çarpık görüntülü aynalardaki imgeleri seyreder gibi hissediyor. Bir imparatorluğun yerine yeni bir imparatorluk kuruluyor. Bu yeni imparatorluk eskisinin en değerli kamusal mekânını kendi uygarlığının gereklerine göre yeniden biçimlendiriyor. Fetheden gücün padişahı bunu o dini binayı, o katedrali sanki kendi malıymış gibi gösterip Selçuklu-Osmanlı hukuk geleneğinin en sahtekâr kurumu olan vakıf biçimi altında hükümdarın değil kendi “özel” şahsi iradesine tâbi ilan ediyor. 21. yüzyıl Türkiyesi’nin Danıştay’ı da bunu hukuken ciddiye alıyor. Ve böylece toplumların kamusal işlev, faaliyet ve mekânlarının tek bir kişinin iradesine bağlanabileceğini hukuken kabul etmiş oluyor, ama ona modern bir kategori olan “özel mülkiyet”in sözde dokunulmazlığını atfederek! Vah Danıştay’a! Tarihin cilvesine bakın: O Danıştay ki 19. yüzyıl Osmanlı Batılılaşması sürecinde Fransa’dan ithal edilmiş bir kurumken bugün böyle kararlar alabiliyor!

Bütün bu sefaleti kökünden söküp ortadan kaldıracak olan, işçi sınıfının iktidarı olacaktır. 15-16 Haziran ruhu, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, er ya da geç mutlaka canlanacaktır. Yarım yüzyıl önce İstanbul’u iki gün için fethetmiş olan işçi sınıfı bu kez iktidarı alana kadar dur durak bilmeyecektir. Bu fetih, bir kapitalizm-öncesi imparatorluğun bir diğerini fethetmesi olmayacaktır. Bu fetih, bir burjuva ulusun bir başka burjuva ulusa karşı mücadelesi de olmayacaktır. Bu fetih bir sınıf toplumunun, bütün sosyo-ekonomik ve politik iktidarı gaspetmiş olanların elinden, bütün ulusları bir dünya federasyonu içinde bütünüyle eşit koşullarda birleştirmek ve sosyal sınıfların ve ırk, etnik, dini, cinsiyet temelli bütün ezme-ezilme ilişkilerinin bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılmalarına bağlı olarak bu federasyonun da kuruyup yok olacağı bir ortam yaratmak amacıyla alınması olacaktır.

Büyük romancı Vedat Türkali’nin şiirinde söylendiği gibi işçi sınıfı Süleymaniye’ye layıktır, Süleymaniye de işçi sınıfına.

Balkan devrimi ve dünya devrimi işçi sınıfının genç kuşaklarının eğitilmesi için çeşitli ülkeler arasında işbirliğini geliştirecektir. Bu kuşaklar sadece halkların kardeşliği konusunda değil, sanat, müzik ve edebiyat konusunda da iyi eğitilecektir. İşte o zaman, Türkiye işçilerinin torunları Kürdüyle Türküyle, Yunanistan işçilerinin torunları da Yunanıyla Rumuyla bir araya gelerek İstanbul ya da Konstantiniyye, hangi adla anılırsa anılsın, bu muhteşem kentte, ne katedral ne cami olan, sadece güzelliğin cisimleşmesi olan bir Ayasofya’nın güzelliğini birlikte derin derin içlerine çekeceklerdir.

Son fetihten sonra Ayasofya ile Süleymaniye kol kola girecekler, Ayodhya Mabeti ile Babür Camisi’ni, sonsuza kadar kucaklaşmaya davet edeceklerdir.

 

1 Bu temanın açıklanması için şu yazımıza bakılabilir: “Türkiye’de Sınıf, Devlet ve Din”, Neşecan Balkan vd. (der.), Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, İstanbul: Yordam Kitap, 2014.

2 Bu konuyu ve hilafet konusunun önemini ayrıntılı olarak tartıştığımız bir yazı için bkz. “Faşizm mi, Rabiizm mi?”, Devrimci Marksizm, sayı 27, Yaz 2016.