Trilyon şimdi tam kayboldu!
Yolsuzlukları soruşturmak amacıyla kurulmuş olan meclis komisyonu 5 Ocak’ta dört bakanın Yüce Divan’a yollanmasını oylayacak. Bu tarih yaklaşırken burjuvazinin kendi içinde ortaya çıkan yolsuzluk olaylarını nasıl ele aldığını görmek açısından eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “kayıp trilyon” davsından nasıl aklandığına bakmakta yarar var.
Milli Selamet partisi geleneğinin devamı olan Refah partisi, 16 Ocak 1998'de “Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Ancak bu kapatılma birçok tartışmayı beraberinde getirmişti. Bunlardan en önemlisi, manşetlere “kayıp trilyon davası” olarak geçen yolsuzluklardı.
Aynı yılın 22 Şubat’ında Resmi Gazete’de yayınlanan kapatma kararı sonrasında Maliye bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü tasfiye işlemleri çerçevesinde RP (Refah Partisi)’nin hesaplarını da incelemeye aldırdı. Görevlendirilen hesap uzmanlarının incelemelerinden “hazinenin partiye vermiş olduğu 2 trilyonun ve yine aynı partinin adına toplanan yardım ve bağışların faizleriyle birlikte kayıp olduğu” sonucuna varıldı. İncelemelere devam edildi. Ancak bunun için en önemli belge olan gider defterine bakılması gerekiyordu. O da ne? Gider defterinin kayıp olduğu anlaşıldı. Hemen inceleme genişletildi. RP’nin o dönemki yetkililerine soruldu. Ve anlaşıldı ki Anayasa Mahkemesi’nin 16 Ocak 1998’de verildiği kapama kararının hemen ardından paranın il teşkilatlarına gönderildiğine dair sahte belgeler düzenlenmişti. Üstelik il teşkilatları da durumdan uyanmasınlar diye genel merkez tarafından “ işlemleri şimdiden tamamlayalım hazır olsun. Erken seçim gündemde. Erken seçim yapılırsa, bu paraları hemen size göndeririz” denildiği ortaya çıktı.
Kamuoyundan birçok tepki sesleri yükseldi. Bir kara koyunun seçilmesi gerekiyordu. Birisi RP’nin o zaman ki genel başkanı olan Necmettin Erbakan, diğeri ise partinin mali işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısı Rıza Ulucak. Yapılan yolsuzluk hakkında parti il başkanlarının “elimize ulaşmadı o paralar” şeklinde ki sözlerine karşılık şöyle konuşmuştu Ulucak: “Bir iki kişinin eline ulaşmamış olabilir. Biz il başkanlarına, teşkilatları için ayrılan paraları, her ay düzenlenen il başkanları toplantısında makbuz karşılığında verdik. Bu toplantılara gelmeyenlere de bankalar kanalıyla aktardık. RP kapatıldıktan sonra banka hesaplarına da el konulduğundan bazılarının eline ulaşmamış olabilir. “ Müfettişlerin yolsuzluk üzerine tespitleri sonrasında sanırım yüzsüzlük için güzel bir örnek Ulucak’ın bu açıklaması. Zaten yine dönemin Fazilet Partisi’nin genel başkanı olan Recai Kutan bu durum hakkında şöyle söylemişti: “FP Genel başkanıyım. RP siyasi tarihe terk edilen bir parti. Onların işlemleri hakkında beyanda bulunmam mümkün değil. Maliye Bakanlığı’na bile takdim edilmemiş iddia var. Bu iddiaların el altından basına sızdırılması devlet ciddiyetiyle bağdaşmaz. “ Yani demiş ki, yolsuzluk yapılsın ancak her tarafta dile getirmek yakışık almaz.
Söz konusu bu yolsuzluk dosyasının 70 sanığı mevcuttu. Bilin bakalım kim var bu 69 sanığın içinde? Abdullah Gül! Neden? Çünkü aynı dönemde sadece Rıza Ulucak genel başkan yardımcısı değildi; Abdullah Gül de genel başkan yardımcısıydı!
1997 yılında dönemin bir Yargıtay başsavcısı söz konusu yolsuzluk hakkında suç duyurusunda bulundu. Sanıkların birçoğu 2 ay ila 1 yıl arası cezalar aldı. Ancak Abdullah Gül’ün dokunulmazlığı sebebiyle yargılama yapılamadı. Erbakan ise, tam 5 kere sağlık sorununu bahane ederek rapor aldı.
Ve sonunda Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu. Mahkeme sağlık raporlarının artık geçersiz olduğunu belirtir belirtmez hemen Erbakan için bir torba yasa çıkartıldı. Faiziyle birlikte 11 trilyon olan kamu borcu silindi ve asıl paranın sadece yarısını 18 ay taksitle ödenmesine karar verildi (ki bu tutar 1 trilyon). Erbakan’ın hapis cezası da ev hapsine çevrildi. Tarihin kara mizahına gelin ki yasayı tabii ki yolsuzluk sanıklarından Abdullah Gül onayladı! Bu zamana kadar sürekli dokunulmazlığın arkasına sığınan Gül bir sefer bile ifade vermeye gitmedi. Ne zaman ki dokunulmazlık kalktı o zaman Cumhuriyet savcılığına giderek ifade verdi (Kasım 2014). Sonra da utanmadan şöyle dedi: “Hukukun tüm koşullarıyla eksiksiz ve kusursuz olarak işlemesi, hiçbir konuda en küçük bir kuşkunun hiçbir taraf için kalmaması maksadıyla bizzat ifade verdim.”
Açıklamaların öncesi ve sonrasından tek kelime ile bahsedecek olursak eğer şöyle diyebiliriz: eski Cumhurbaşkanı Gül’ün imdadına yine burjuva hukuku yetişti. Şöyle ki, 2009 Mayıs ayında Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yargılanabileceğinin kararını vermiş olmasına rağmen Yargıtay 11’inci Ceza Dairesi bu kararı “kanun yararına” bozdu. Ve Gül’ün yargılanmasına yönelik kararı kaldırdı. Ve sonuç olarak, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Abdullah Gül hakkında takipsizlik kararı verdi.
Durum açık: Ortada mahkemelerin saptamış olduğu bir suç var. Ama siz en sorumlu konumdaki bir adamın peşini bırakıyorsunuz.
Anlayacağınız Gül, burjuva hukukunun trenine atlayıp yargılanmaktan kaçtı! Bir de Tayyip Erdoğan’a çalım atmış oldu. “Bak ben hukuk yolundan kaçmıyorum” diyerek!
5 Ocak geliyor. Meclis komisyonunun ne yönde oy kullanacağını hep birlikte göreceğiz. Ama şurası nettir: işçi sınıfı yönetime geldiği zaman, her kim ki işçinin alın terini gasp etmiştir, o nereye kaçarsa kaçsın her yaptığı yolsuzluğun bedelini ödeyecek ve yargılanacaktır!