İşçi hareketine açık mektup (17-08-2010)
Bu yüzden sesinize elbette kulak vereceğiz. Ama ikna olmuyorsak, işçi sınıfının uzun vadeli ve bütünsel çıkarlarını sonuna kadar savunan sosyalistler olarak itiraz edecek, işçi hareketinin doğru yolu bulmasına yardım etmeye çalışacağız. Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın Radikal İki sayfalarında, 12 sendikanın "Hayır" oyunun gerekçelerini açıkladı. Biz de işçi hareketine bu sayfalardan seslenmeye karar verdik.
"Evet"çilere güçlü cevaplar
Önce hemfikir olduğumuz noktayı vurgulayalım. Hükümetin ve meclis çoğunluğunun halkın önüne getirip koyduğu bu pakete "evet" demek, AKP'nin peşine takılmaktan başka bir şey değildir. AKP'nin işçi bürosu gibi çalışan Hak-İş'in ve memur bürosu gibi çalışan Memur-Sen'in "Evet" oyunu savunmalarını bu bağlamda görmek gerekir. 12 sendika ve DİSK, anayasa değişikliği paketinde sendikal haklar konusunda yer alan hükümlerin bütünüyle göz boyamaya yaslandığını iddia ederken bütünüyle haklıdırlar.
İşte bu yüzdendir ki, Türk-İş'in başına AKP'nin himmeti ile gelen, 2007 sonunda genel başkanlığa seçileli beri hükümetle karşı karşıya gelmemek için sınıf mücadelesine defalarca ihanet eden, en son ve en önemlisi Tekel işçilerinin o muazzam mücadelesini yenilgiye dönüştürmek için elinden geleni yapan Mustafa Kumlu'nun yönetimi bile referandumda "evet" oyu çağrısı yapamamıştır. Bütün bunlar doğrudur ama...
Soyut demokrasi saplantısı
İşçi hareketinin, sınıf mücadelesinden yan çizerek, demokratik hakları ve işçi haklarını toplumun bütünüyle mutabakat içinde genişletmeyi önüne hedef olarak koyması tarihsel bir yanılgıdır. Bu soyut demokrasi düşkünlüğü, tabanına özel bir oy çağrısı yapmayan KESK'in referandum güzellemesinde doruğuna ulaşıyor. KESK yayınladığı bildiride referandumları "halk iradesinin ortaya çıktığı, her fikrin kendini rahatça ifade edebildiği, her zeminde sağlıklı tartışmaların yürütüldüğü bir süreç" olarak niteliyor. Alis harikalar diyarında! İki örnek, ikisi de referandumun anavatanı sayılabilecek İsviçre'den. Bir: 1972'de İsviçre kadınlara oy hakkını (nihayet!) tanıdı. Nasıl? Referandumla! Referandumda kim oy kullandı? Kadınların oy hakkı olmadığına göre, yüzlerce yıldır kadınlara oy hakkını yasaklayan erkekler! Ya erkekler, kadınlara oy hakkını reddetseydi? İki: Geçen yıl referandumda İsviçre minare yasağı getirdi. Nitekim, KESK bildirisi bu örneği hatırlayarak temel hakların oylanamayacağını savunuyor. Ama çoğu ülkede çoğu zaman (örneğin referandumun öteki vatanı Kaliforniya'da da) referandumlarda oylanan şeyler, böyle temel konulardır. Çöpler nasıl toplansın diye veya gece 12'den sonra kaç desibellik yayın yapılsın diye bütün bir ülkenin halkını referandumla işgal etmeyi kimse hayal etmez çünkü.
İşin bir yanı soyut biçimcilik ise, öteki yanı da "mutabakatçılık" diyebileceğimiz yaklaşımdır. 12 sendika da, DİSK de, KESK de anayasaların toplumsal mutabakata dayanması gerektiğini ısrarla belirtiyor, ilk ikisi AKP buna uymadı diye bunu "hayır" oyunun gerekçesi haline getiriyor. Herkesin bu "sivil toplum" dilini bir an bir kenara bırakarak derin bir sınıfsal bölünme üzerinde yükselen ve Kürt sorunu ekseninde sert bir kutuplaşma yaşayan bu toplumda "mutabakat"a nasıl ulaşılacağını bir düşünmesini tavsiye ederim. İşçiyi "kiralık ırgat" haline getirmeye yönelik özel istihdam bürolarını, kıdem tazminatlarının tırpanlanmasını, memurlara grevin yasaklanmasını AKP babasının hayrına mı istiyor? Yoksa bütün dünyada ve Türkiye'de kapitalist sınıf neoliberal strateji temelinde büyük bir sınıf saldırısı düzenliyor olduğu için mi? İşçi haklarının tanınması konusunda büyük kapitalistlerle nasıl bir mutabakat sağlayacağınızı düşünüyorsunuz? 12 sendikanın, DİSK'in ve KESK'nin bütün yöneticileri, DİSK başkanı Süleyman Çelebi'nin TÜSİAD başkanı ile son görüşmesinde dediği gibi, işçi hareketi ile TÜSİAD arasında anayasa konusunda bir fark olmadığına mı inanıyor?
Aslında zaten sorunun dayandığı yer budur: İşçi sınıfı hareketinin (biz bu kavramı kamu emekçileri hareketini kapsayacak biçimde kullanıyoruz) bugün bir "sivil anayasa" için mücadele etmesi gerçekten gerekli ve/veya anlamlı mıdır? 12 sendika da, DİSK de, KESK de bu kanaatte gibi görünüyor. 12 sendikanın bildirisi şu cümle ile açılıyor: "Ülkemiz 30 yıldır insan hak ve özgürlükleri ile sosyal hukuk devleti ilkelerine dayalı demokratik yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyuyor." DİSK'in bütün mücadelesi "Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik [bazen de sosyal] bir anayasa" için. KESK ise şöyle diyor: "Türkiye'nin yeni bir anayasa gereksiniminin olduğu açıktır. Karşı karşıya bulunduğumuz acil sorunların çözümü demokratik bir anayasadan geçmektedir."
Bu yaklaşıma ilk eleştiriyi yukarıda dile getirdik: "Ülkemiz" kim, "Türkiye" kim? Bu toplum, çıkarları aynı olan, birbiriyle çelişki yaşamayan bireylerden mi oluşuyor, yoksa sendika hareketinin mantığında içkin olduğu gibi, çıkarları sürekli çelişen sınıflardan mı? İkinci eleştiri, KESK bildirisinin iki cümlesi arasında hiçbir ilişki olmadığına işaret edilmesini gerektiriyor. Belki "Türkiye'nin" değil de, 12 Eylül'den büyük zarar görmüş olan işçi sınıfının (kamu emekçileri de dahil) yeni bir anayasaya gereksinimi olabilir. Ama buradan "acil sorunların" çözümünün demokratik bir anayasadan geçtiği sonucuna nasıl sıçranabilir?
Hepsini şöyle bağlayalım. Süleyman Çelebi, DİSK'in anayasa sorununda TÜSİAD ile hiçbir farkı olmadığını söylerken vahim bir açıklama yapmıştır. Çünkü TÜSİAD neoliberalizmin ve özelleştirmenin önündeki bütün engelleri ayıklayacak bir "ekonomik anayasa" istiyor (terim TÜSİAD'ındır). DİSK de mi bunu istiyor? Elbette hayır. Öyleyse, 12 sendikanın, DİSK'in, KESK'in "mutabakata dayanan demokratik anayasası" da yanlıştır. Çünkü bugün güçler dengesi hâlâ TÜSİAD ve müttefiklerinden yanadır. Bu dengeyi değiştirmeden bir "sivil anayasa" yapılması, işçi hareketinin "acil sorunları"na hiçbir çözüm getirmez.
Sınıf mücadelesi, boykot, Üçüncü Cephe
Çözüm bu dengeyi değiştirmek, mükünse altüst etmektir. İşçi hareketinin "acil sorunları"na çözüm, sınıf mücadelesinin örgütlenmesidir. Örneğin Tekel eylemi Türkiye'yi sarsarken göstermelik birtakım eylemlerle işçi yorulana kadar idare-i maslahatla günü kurtarmak yerine, Tekel mücadelesinin bütün sınıfın harekete geçirilmesi için bir manivela olarak kullanılmasıdır.
İşçi hareketinin "acil sorunları"na çözüm, AKP hükümetinin karşısında başka bir hakim sınıf odağı oluşturan CHP ve MHP'nin "Hayır" cephesine katılmak değildir. Başka bir alternatif daha vardır: boykot! Boykot, tam da referandumda iki hakim sınıf blokuna karşı emekçilerin ve ezilenlerin farklı sesini ifade etmektedir. Türkiye'de bir Üçüncü Cephe'nin büyük emekçi halk kitlelerinin gözünde somut olarak oluşmasında bir kilometre taşıdır. Sendika hareketinin "boykot" seçeneğini görmezlikten gelme lüksü yoktur.
Referandum yaklaşan seçimlerin bir provası niteliğini taşıyor. Bu seçimde işçileri, emekçileri ve ezilenleri burjuvazinin iki kanadından bağımsızlaştıracak bir Üçüncü Cephe tek anlamlı yoldur. Bir konuda 12 sendikadan ve DİSK'ten ayrılan KESK'in bildirisinde dendiği gibi, "Ne AKP iktidarı (...) ne de 80 yıldır statükoyu koruyan güçler (...) üçüncü bir cephenin oluşması" esas çözümdür!
İşçi hareketinin esas yönelişi işte bu olmalıdır: Batı'da Tekel işçileri, Doğu'da Kürt adaylardan oluşan bir Emek ve Özgürlük Bloku en doğru formüldür. Bugün boykot, yarın Üçüncü Cephe!