Atilla Kıyat'ı Genelkurmay Başkanı Yapın! (08-08-2010)
Üstelik şu anda iki cephede birden çarpışıyorlar: Hem TSK'nın komuta kademesine ilişkin atamalar cephesinde, hem de 12 Eylül'de düzenlenecek olan anayasa referandumu cephesinde. Tayyip Erdoğan, sabah Ankara'da Yüksek Askeri Şura toplantısında fotoğraf çektiriyor, öğleden sonra Aydın, Denizli ya da başka bir kentte kitleler önünde referandum propagandası yapıyor, sonra gece genelkurmayla ya da kendi kurmaylarıyla toplantılara katılıyor. İki muharebe iç içe devam ediyor. Ama hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) arasındaki çekişme, özel bir anlam taşıyor: Çünkü AKP ile TSK söz konusu iki burjuva kampının baş siyasi aktörleridir ve dolayısıyla onlar arasındaki bütün muharebeler öteki kurumlar arasındaki veya içindeki mücadelelerden çok daha belirleyici bir nitelik taşır.
Bu sitenin sürekli okuyucuları için tekrar olması pahasına belirtelim ki, burjuvazinin politik iç savaşı siyasi düzeyle sınırlı bir iç savaş olmak bir yana, esas olarak Türkiye burjuvazisinin iki ayrı fraksiyonunun (diliminin) sermaye birikim süreci üzerinde bir hakimiyet mücadelesidir. Yani burjuvazinin TÜSİAD ve benzeri odaklarda örgütlenmiş yerleşik (ve ekonomik bakımdan hâlâ hakim) Batıcı-laik kanadı ile 1970'li yıllardan itibaren palazlanmaya başlayan, 1980'li yıllardaki atılımdan sonra kendi de finans kapital haline gelmiş olan İslamcı kanadı arasında artı-değerin bölüşümü üzerinde bir mücadele. Bu savaş henüz çözümünü bulamamıştır ve Türkiye'nin toplumsal ve siyasi hayatını derinden etkilemektedir.
Büyütmeyin!
Tayyip Erdoğan'ın ve hükümetinin TSK'nın üst komuta kademelerine ilişkin tayinler ve terfilerde "dişli" denebilecek bir tutum takınması ve ordunun yönetimi üzerinde bir denetim tesis etme girişimi, AKP saflarının yanı sıra AKP'nin liberal ve sağ liberal destekçilerinde yine Erdoğan'ı bir demokrasi havarisi haline getirme eğilimi yaratıyor. Oysa hükümetlerin ordu komuta kademelerine kendilerine daha uygun gelen generalleri yerleştirme çabası Türkiye tarihinde ilk kez olmuyor.
Bir kere, seçilmiş hükümetlerin bile ordu komuta kademelerinde çok daha keskin tarzda tasfiyeler uyguladığı vakalar var. Cumhuriyet döneminde ilk büyük tasfiye, İnönü'nün cumhurbaşkanı seçilir seçilmez uzun süredir ordunun başında bulunan Mareşal Fevzi Çakmak'ı tasfiye etmesi. Daha çarpıcısı, ordunun yandaşı olan CHP'nin karşısında yer alan bir güç olan Adnan Menderes hükümetinin 1950 yılında Genelkurmay Başkanı da dahil onlarca generali hükümete karşı darbe planladıkları gerekçesiyle görevden alması. Şimdi AKP yanlıları, Türkiye'de belleklerin zayıf olmasından yararlanarak ordu ile ilk kez uğraşıldığını ileri sürebiliyorlar, ama işin aslı hiç de öyle değil.
Ordudan duyduğu korku ünlü olan Süleyman Demirel bile zamanında TSK üst kademesinin oluşumuna birkaç kez ciddi müdahalelerde bulunmuştur. 27 Mayıs sonrasında parlamenter hayata dönülürken darbeci eğilimler gösteren Refik Tulga'nın terfisi 1966'da (bir yıl önce başbakan olmuş olan) Demirel tarafından engellenmiştir. Demirel 1976'da da Orgeneral İrfan Özaydınlı'nın Hava Kuvetleri Komutanı olmasına engel olmuştur. 1977'de en büyük sarsıntı yaşanmış, Demirel darbe hazırlığı içinde olduğu istihabaratı temelinde Kara Kuvvetleri Komutanı (KKK) Namık kemal Ersun'u, daha YAŞ'a iki ay varken Haziran başında emekliye ayırmıştıt. Ersun'un yerine bir KKK atanması konusunda iki ay sonra YAŞ döneminde Genelkurmay Başkanı ve (asker kökenli) Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile aylarca süren ciddi bir güç denemesi yaşanmıştır. Demirel kendi tercihini kabul ettiremese de karşı tarafın da hedefine ulaşmasını engellemiştir.
1987'de, bu kez Turgut Özal, Necdet Üruğ ve Necdet Öztosun'a karşı bir operasyon yaparak arkadan gelen Necip Torumtay'ı Genelkurmay Başkanlığı'na getirmiştir. Üstelik, Torumtay'ın kendisi 1991 Körfez Savaşı öncesinde Özal'la ters düşünce istifa etmişti. Yani, Özal ordu ile birkaç kez ciddi biçimde karşı karşıya gelmişti.
Yani ne Erdoğan "orduya kafa tuttuğu" için bir kahramandır, ne de AKP tarihte bu tür boy ölçüşmeyi ilk kez gerçekleştiren siyasi güç!
Küçültmeyin!
Ne var ki, bu gerçek, bugün yaşanmakta olan krizin eski krizlerden bir ölçüde farklı bir karakter taşıdığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İnönü ve Menderes örneklerini bir kenara bırakalım, çünkü o dönemin Türkiyesi henüz tek partili dönemin damgasını taşıyor ve darbe veya müdahale henüz yaşanmamış. Biz Demirel, Özal ve Erdoğan örnekleri üzerinde duralım.
Demirel, her ne kadar TSK tarafından (ilki o güç denemesinden önce 12 Mart 1971'de, ikincisi ise daha sonra 12 Eylül 1980'de) iki kez görevden alınmış olan bir politikacı olsa da, düzenin mutemet adamı, büyük, tekelci burjuvazinin ise temsilcisi olduğu gayet iyi biliniyordu. Bugün yaşanan atama ve terfi krizinde hükümete karşı açıkça TSK'nın darbeci subaylarının yanını tutacak kadar alçalması da bu söylediğimizin gecikmiş kanıtıdır.
Özal, 12 Eylül öncesi Madeni Eşya Sanayicileri Derneği (MESS) temsilcisi olarak, 1980'de, hemen 12 Eylül askeri darbesi öncesinde, bugünkü neoliberal hattın atası olan 24 Ocak kararlarının mimarı olarak, 12 Eylül rejiminde Türkiye'yi sermaye için dikensiz gül bahçesi, işçi sınıfı için cehenneme çevirmeyi başaran bir hükümette başbakan yardımcısı olarak burjuvazinin mutemet adamıydı. Ama Demirel'den iki bakımdan ayrılıyordu: Birincisi, tarikatlerle ve İslamcı hareketle çok yakın ilişkileri vardı (ağabeyi Korkut Özal Erbakancı idi, onun hükümetinde bakanlık bile yaptı). Bu yüzden, bugün Tayyip Erdoğan'a yöneltilen "sivil darbe" türü suçlamalar cumhurbaşkanı olmaya giriştiğinde Özal'a da yöneltilmişti. İkincisi, SSCB'nin dağılması ve Körfez savaşı ile birlikte benimsediği "İkinci Cumhuriyet" yönelişi ve Kürt sorununda yaptığı ataklar Özal'ın yine bu çevreler tarafından aforoz edilmesine yol açacaktı. Bir bakıma, Turgut Özal bir geçiş fenomeniydi: Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi kamplarının her ikisine de basıyordu ayaklarını.
Erdoğan ise bugün (ilk beş yıl durum farklıydı) Batıcı-laik burjuvazinin İslamcı burjuvazi karşısındaki üstünlüğüne meydan okuyan bir politik figür haline gelmiştir. Kemalistlere gelince, onlar Erdoğan'ı sadece 2007'den beri değil en başından itibaren devirmeye yeminlidirler. Dolayısıyla, TSK komuta kademesinin hükümet tarafından kendi doğrultusuna daha yakın komutanlarla doldurulması çabası, bugün sadece Demirel vakasından değil, Özal vakasından bile daha keskin bir çıkış anlamı taşıyor.
Krizin bu kadar büyük olmasının ardında da Erdoğan'ın demokrasi havarisi olması değil, burada bir sınıf içi sınıf mücadelesi olması yatıyor. Demirel komuta kademesine müdahale ettiğinde bu, sivil otorite ile askeri otorite arasında bir boy ölçüşme niteliği taşıyordu. Özal aynı müdahaleyi yaptığında bu boy ölçüşmeye burjuvazinin saflarında yaklaşmakta olan bölünme ve mücadelenin ilk gölgesi düşmüştü. Erdoğan'ın 2010 müdahalesi, askeri ve sivil otoriteler arasında bir çekişmenin yanı sıra, açıkça burjuvazinin iki fraksiyonunun üstünlük mücadelesini de içeriyor.
Kılıçdaroğlu'nun "demokratlığı" yadsıya kadar
"Ulusalcı" diye anılan koro, yaşanan krizi yaygarayla karşılayarak TSK'nın "teamülleri"ne mutlaka uyulması gerektiği yönünde propaganda yapmaktan kaçınmıyor. Bunların bazıları son yıllarda bütün politikalarını TSK'nın AKP'yi bir askeri müdahale veya daha da ötede bir darbe ile devirmesine yaslandığı için burada şaşırtıcı bir şey yok. Daha ilginç vaka Kemal Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu, TSK İç Hizmetler Yönetmeliği'nin 35. maddesini değiştirme önerisiyle ve bir önceki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a yönelik suçlamasıyla, kimi çevrelerde CHP'nin TSK konusunda yeni bir politika benimsiyor olduğuna ilişkin bir izlenim yarattı. Ama KKK ataması ve Balyoz sanığı generallerin terfisi söz konusu olunca, hükümetlerin TSK'nın teamüllerine karışmaması gerektiğini belirterek aksi takdirde askerin siyasetin içine çekileceğini iddia etme cüretini gösterdi. "TSK'nın teamülleri" gerekçesi, bugünkü somut bağlamda darbecilerin korunması anlamına gelir. 2002-2003 yıllarında "Balyoz" denen strateji hazırlığında bulunmuş ve bugün general düzeyine yükselmiş subaylar, elbette darbeci planlar yapmanın ceremesini çekeceklerdir. Hasan Iğsız'ın internetteki psikolojik harp operasyonları da aynı nedenle KKK görevine getirilmemesi için bütünüyle meşru bir nedendir. Kılıçdaroğlu bu yüzleşmede hükümete karşı Genelkurmay'ın yanına geçerek gerçek yüzünü göstermiş oluyor. Yasa maddelerini değiştirmek kolaydır. Esas önemlisi somut mücadelelerde gerici tavırlardan kaçınmaktır. Kılıçdaroğlu, demecinde ayrıca TSK'nın teamüllerine müdahale etmenin orduyu siyasetin içine çekeceğini söyleyerek halkla alay ediyor duruma düşmüştür. TSK siyasetin dışındaydı da, şimdi içine çekiliyor demek!
Aman "iç savaş var" demeyelim, aman "Üçüncü Cephe" istemeyelim!
İşçi Mücadelesi sitesi ve Devrimci İşçi Partisi Girişimi olarak, AKP ile TSK'nın mücadelesinin izini 23 Nisan 2003'ten beri sürüyoruz. Olayın hem beliriş biçimini (politik alan) hem de özünü (ekonomik alan) çeşitli gelişmeleriyle ele alıyoruz. "Silahsız bir iç savaş" ya da "politik iç savaş" teşhisini erkenden yapmış bulunuyoruz. Son yıllara damga vuran bu iç savaşı teşhis etmenin sosyalist hareketin politik yönelişi ve propaganda tarzı bakımından çok önemli olduğu kanaatindeyiz.
Oysa solun bir bölümü, "iç savaş" temasını başından beri reddediyor. Bunların esas amacı, burjuvazinin kanatlarından birini desteklemek. Sorunu emperyalizmin maşası bir şeriat düzeni tehlikesi gibi göstermek, TSK'yı açık ya da gizli desteklemenin kılıfı. Bunun karşı kutbunda, sorunu Türkiye'nin demokratik dönüşümü olarak ifade etmek ise AKP destekçiliğinin zemini. Bu hareketlere "iç savaş" tahlilini kabul ettirmek mümkün değil, çünkü politikalarına aykırı.
Bir de "iç savaş" tahliline hiçbir zaman katılmamakla birlikte, başta bir mücadele olduğunu kabul eden, ama bugün AKP, TSK ve sermayenin bütünüyle uzlaşmış olduğunu savunan çevreler var. Türkiye'nin politik hayatına her gün damgasını vuran, ortalığa toz duman yayan, siyasi tabloyu göz gözü görmez bir hale getiren nice muharebe sonrasında ve bugün yaşanmakta olan çifte muharebe ışığında, bunun neden hâlâ savunulduğunu, politik manasının ne olduğunu anlamak gerçekten güç. Bu yaklaşımı benimseyenlerin bazılarının aynı zamanda "üçüncü cephe" savunusu bakımından DİP Girişimi'ne paralel bir yaklaşıma sahip olmalarının (ne kadar sevindirici olursa olsun) nasıl anlaşılması gerektiği de muamma.
Nihayet, ortada birbirinin boğazına sarılmış güçler varken, "aman iki cepheden söz etmeyelim, bunlar aslında halk düşmanlığı bakımından tek cephe" diyenler var. Bu yaklaşımın ne kadar absürd olduğunu şu benzetmeyle anlatmak mümkün: Emperyalist ülkeler savaşa tutuşmuş, siz "onlar savaşmıyor, işçilere karşı tek cephe" diyip duruyorsunuz. Bu, gerçeği yadsımaktan başka bir şey değildir. Doğru yaklaşım ise, örneğin Lenin'in Birinci Dünya Savaşı'nda yaptığı gibi, savaşın varlığını kabul edip, bunun bir yağma savaşı (Türkiye durumunda sermaye birikimi sürecinin kontrolü üzerinde hakimiyet savaşı) olduğunu kitlelere anlatıp kurtuluşun emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmekten (Türkiye'de bütünüyle hakim sınıfları karşısına alan bir Üçüncü Cephe inşa etmekten) geçtiğini anlatmaktır. İşçi sınıfı, emekçi halk ve ezilenler iki cephe arasındaki politik iç savaşı günbegün deneyimlerinde yaşarken sizin olguları inkâr etmeniz, onların bilinci ile bağ kurmanızı engeller.
İç savaşı ve burjuvazinin iki cephesini doğru kavrayamamanın birinci maliyeti budur. İkincisi, bunun ters yüzüdür: Her toplumsal ve siyasi mücadelede, emeğin ve ezilenlerin her örgütünde iki cepheden birine kapılanma tehlikesi mevcuttur; durumu doğru saptayamamak bu eğilimlere karşı bilinçli bir mücadele verememe tehlikesini yaratır.
Üçüncüsü ise bu iç savaşın, yani burjuvazinin böylesine sert biçimde boğuşan iki cepheye bölünmesinin, işçi sınıfı politikası ve ezilenler açısından nasıl manevra alanları yarattığını kavrayamamak, politikasını bunun üzerine inşa edememektir. Bakın, son günlerin krizi karşısında MHP Başkanı Devlet Bahçeli ne diyor:
"YAŞ toplantıları bu sene başka bir anlam yüklenerek, iktidarla Silahlı Kuvvetler'in savaşı haline dönüştürülmüştür. Silahlı Kuvvetler'le iktidar karşı karşıya gelir, savaş hali ilan ederlerse, bu ülkenin hali nereye gider? Bunu hiç düşünen yok mu?"
Buradaki derin kaygıyı görmemek, bu topraklarda yaşanan belirleyici bir çelişkiyi kavrayamamak anlamına geliyor. Bu kadar derin bir sarsıntıyı analiz edemeyen bir sol, içinden geçmekte olduğumuz büyük krizi işçi sınıfı ve ezilenlerin lehine nasıl çözecek?
Atilla Kıyat'ı unutma!
Devrimci İşçi Partisi Girişimi, burjuvazinin iç savaşı konusunda sol içinde özgün bir politika güdüyor. Bizim politikamız, burjuvazinin iki kampının da yanında, arkasında, kuyruğunda yer almamak. Buna karşılık, burjuvazinin iç savaşı, kendi mantığı gereği, kontrgerilla devletinin çözülmesi yönünde eğilimler ve gedikler yarattığı ölçüde, açılan çatlağın genişletilmesi, kontrgerillanın dağıtılması, sadece tetikçilerin değil devletin ve siyasetin bütün suçlularının ortaya çıkarılması yönünde mücadele edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Yani iki burjuva cephesinin yanında yer almıyoruz, ama "yiyin birbirinizi" demekle de yetinmiyoruz.
Bizim tavrımız, kontrgerilla devletinin çözülme fırsatlarını AKP'nin arkasında saflaşmak amacıyla kullanan liberla soldan açıkça farklı. Bizimkinin doğru, onlarınkinin yanlış tavır olduğunu anlatmak için de çeşitli gerekçeler ortaya koyuyoruz. Bunlardan biri, AKP'nin darbecilik ve kontrgerilla (Ergenekon) ile ancak kendi hükümetini hedef aldığı ölçüde uğraştığı, oysa esas olanın meseleyi geçmişteki bütün darbe girişimleri ve kontrgerillanın bütün faaliyetleri yönünde genişletmek olduğu konusundaki ısrarımız.
Bu tezimiz son günlerde bir kez daha doğrulandı! Atilla Kıyat adlı emekli general, bir televizyon programında Susurluk adıyla anılan kontrgerilla faaliyetlerini, yani Kürt halkına karşı "'93 konsepti" adıyla bilinen yaklaşımla 1994-96 arasında yüzlerce, binlerce adam kaçırma ve kaybetme, sivillerin kaçırılarak öldürülmesi, suikastler, JİTEM işkencehaneleri yoluyla uygulanan saldırıyı teğmen ve yüzbaşıların kendi başlarına uygulamış olamayacağını, bunun devlet politikası olduğunu ileri sürdü. (Parantez içinde söyleyelim ki, liberal ya da değil, reformist solun o dönemde kontrgerillaya "silahlı çeteler" başlığıyla yaklaşmasının nasıl yanlış olduğu, DİP Girişimi ve öncülü hareketlerin kontrgerillanın devletin kendisinin asli çekirdeği olduğu tezinin nasıl doğrulandığı burada açık.)
Aradan bir hafta bile geçmedi. Bunu hatırlayan var mı? "Balyoz"la uğraşın, "darbe günlükleri" ile uğraşın, "ıslak imza" ile uğraşın, iyidir. Ama Kürtlere karşı uygulanan kırımla uğraşmazsanız, bu, yarın bu politikayı yeniden kullanmayı planladığınız içindir. Biz bu politikayı size uygulatmamak için elimizden geleni ardımıza koymayacağız!
Hodri meydan! Haydi "kıral çıplak" diyen emekli generali Genelkurmay Başkanı yapın! O, bunların bütün sorumlularının peşine düşülmesi gerektiğini söylüyor: O zaman Genelkurmay'ın bütün arşivini açmak zorunda kalacaktır! Bu sayede, geçmişin bütün sorumlularından hesap sorun! Kemal Türkler'in kızının teşhis ettiği katilini bile zaman aşımı sayesinde cezasız bırakan sistem yerine esas o suikastin emrini verenleri yargılayın! Musa Anter'in, Uğur Mumcu'nun, Metin Göktepe'nin, Hrant Dink'in katillerini de, azmettirenlerini de soruşturun, yargılayın, cezalandırın!
Biz bunların gerçekleşmesi için mücadele ediyoruz. Sizin peşinize düşüp işçi sınıfını ve Kürtleri ezmenizi desteklemeyiz!