2011 bütçesi ile AKP’nin sermayeye mesajı: “Sizi krizden nasıl koruruz?”
Hükümet vergi alamadığı sermayeden bütçe açığını kapatmak üzere borç para almakta, büyük çoğunluğunu emekçilerden aldığı vergileri de sermaye sınıfına aktarmaktadır.
Bir ekonomide bütçenin işçi sınıfı ve ezilenlerin mi yoksa egemen sınıfların mı çıkarını gözettiği hem sınıf mücadelesinde tarafların güç dengeleriyle doğrudan bağlantılıdır, hem yakın gelecekte sınıf mücadelesinin gelişme eğilimlerini öngörebilmek bakımından da önemli ipuçları içerir. Başbakan Erdoğan’ın “2011 bütçesi Türkiye vizyonuyla uyumlu bir bütçedir” ifadesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. “Ülkenin kaynakları, vatandaşın alın teri muhafaza edildi” diyen Erdoğan, şöyle devam ediyor: “2002’den sonra 2 yerel seçim, bir genel seçim, 2 halk oylaması ve bir Cumhurbaşkanlığı seçimini yaşadık. Dikkatinizi çekiyorum, hiçbir seçim döneminde mali disiplin bozulmamış, piyasaların güveni sarsılmamıştır. Bugün de aynı şekilde genel seçime 7 ay kalmasına rağmen Türkiye’ye, Türkiye ekonomisine güven hat safhada devam etmektedir”.
Dünya ekonomik krizi koşullarında devletler kendi sermayelerini kurtarmak için kamu harcamalarını oldukça artırmışlar, bunun sonucunda da bütçe açıkları artmıştır. Bu açıkları kapatmak üzere diğer hükümetler gibi AKP hükümeti de 1- vergileri artırma, 2- içerden borçlanma ve 3- özelleştirme yollarının hemen hepsine değişen oranlarda başvurmaktadır. 2011 bütçesini bu tarihsel çerçevede ele aldığımızda söz konusu bütçeye yön veren temel anlayışı şöyle özetleyebiliriz: IMF olmadan da, emeğin sömürüsünün hem üretim sürecinde hem de vergiler aracılığıyla güvence altına alındığını yerli ve yabancı sermaye çevrelerine göstermek! 2011 bütçesine egemen olan bu temel anlayışın yanı sıra, dönemin koşullarına özgü bir diğer unsur bu bütçenin sadece “kemer sıkmayı” değil, sıkmak istemeyenlerin de “sopayla” yönetileceklerini ima etmesidir. Söz konusu bütçede polis ve silah alımına yönelik harcamaların payının sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının payından daha yüksek olmasının başka bir anlamı olmasa gerek.
Yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin temel amaçlarının rekabet güçlerini, bu doğrultuda verimliliği ve sömürüyü artırmak olduğunu dikkate alacak olursak, bu politikanın mevcut kriz koşullarında en önemli sonucu işsizliğin daha da artması olacaktır ki, bu da hükümetin bütçeye dair istihdamı artırma hedefleriyle çelişki içindedir. Kaldı ki bütçedeki personel harcamalarının payı 1990 yılında yüzde 42 iken, 2011 bütçesinde yüzde 23 olarak öngörülmektedir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, alt yapı gibi kamu hizmetleri için bütçede ayrılan paylar da her yıl azalmaktadır. Sosyal koruma harcamalarının milli gelir içindeki payı 2010 yılı itibariyle yüzde 13 (AB ülkeleri ortalaması yüzde 26), yoksullara yönelik harcamaların milli gelir içindeki payı ise 2009 yılında yüzde 1,7 iken, 2010 yılında yüzde 1,2 olarak gerçekleşmiştir. 2011 yılında hedeflenen işsizlik oranının yüzde 12 olması da, işsizliğin azaltılmasında belirgin bir politikanın olmadığı, bütçede de bu amaca dönük bir kaynak kullanımı olmadığı anlamına gelmektedir.
Özetle hükümet vergi alamadığı sermayeden bütçe açığını kapatmak üzere borç para almakta, büyük çoğunluğunu emekçilerden aldığı vergileri de sermaye sınıfına aktarmaktadır. Sermayeye kaynak aktarmak bakımından daha önceki bütçelerle benzer nitelikler taşımakla birlikte, bu bütçe özellikle hükümetin sermayeden yana aldığı kriz tedbirlerinin bir yansıması niteliğindedir. Gerçekten durgunluktan çıkmak, istihdamı ve sosyal refahı artırmak isteyen bir hükümetin önündeki tek gerçekçi alternatif, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve altyapı yatırımlarına ağırlık veren bir bütçe hazırlamak ve öncelikle işçilere, işsizlere ve düşük gelirli kesimlere bütçeden para aktararak onların tüketim harcamalarındaki olası artışı istihdam artışlarıyla bütünleştirmektir. Emekten yana bir hükümetin bütçesi sermayenin değil, işçi ve ezilenlerin çıkarlarına hizmet eden bir bütçe olacaktır.