Görev: Fırat'ın doğusundaki zaferi Fırat'ın batısına taşımak!
Referandum ortaya üç büyük güç çıkardı. Hakim sınıfların iki gerici cephesi karşısında Kürt hareketi Fırat'ın doğusunda parlak bir zafer kazandı. Görevimiz, Üçüncü Cephe aracılığıyla bu zaferi Fırat'ın batısına taşımaktır.
1. 12 Eylül’de düzenlenen anayasa referandumunun sonucu, AKP’nin, taraftarlarının, liberallerin ve sol liberallerin sunmaya çalıştığı gibi demokrasinin zaferi ve 12 Eylül’ün yenilgisi olarak ya da Taraf ve Star gazetelerinin 30 yıl öncenin “Ordu yönetime el koydu” manşetlerine nazire olarak yazdığı gibi “Halk yönetime el koydu” biçiminde yorumlanamaz. Kabul edilen anayasa paketinde bazı toplumsal kesimlere verilen çok kısmi birtakım “şekerler” dışında 12 Eylül’ün mirası rejimi sona erdiren veya Türkiye’de demokrasiyi ileri taşıyacak herhangi bir şey yoktur. Referandum sonuçları, Türkiye burjuvazisinin iki kanadı arasında, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsünden aslan payını kimin alacağına ilişkin yıllardır verilmekte olan politik iç savaşta, yükselen güç İslamcı burjuvazinin ana siyasi örgütü AKP’nin, burjuvazinin yerleşik kanadı olan Batıcı-laik burjuvazinin siyasi (CHP ve MHP) ve bürokratik (ordu ve yüksek yargı) güçlerine karşı yeni bir muharebede zafer kazanması anlamına gelmektedir. Anayasa paketi, yukarıda söz edilen “şekerler”in dışında, esas olarak yüksek yargının gücünde bazı gedikler açmış ve TSK’nın elindeki bazı mevzileri daha ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda, en önemlisi yargının “yerindelik” denetiminin kaldırılması olmak üzere, burjuvazinin bazı taleplerini de yerine getirmiştir.
Anayasa paketinin lehine % 58 oranında oy kullanılmasının temelinde, halkın çoğunluğunun demokrasi aşkı yatmıyor. Türkiye toplumunun en muhafazakâr, gerici ideolojilerin etkisine en açık bölgelerinde (Orta Anadolu, İç Ege, Karadeniz vb.) çok yüksek katılım oranlarıyla ve ezici evet oylarıyla elde edilen bu zafer, esas olarak üç faktöre bağlıdır: (1) Geniş kitlelerin gözünde yerleşik hakim sınıfları (Batıcı-laik burjuvaziyi ve yamaklarını) simgeleyen "beyaz Türk" tavrına ve tarzına karşı artan bir düşmanlık. (2) 2009 yerel seçimlerinde AKP'nin oylarının 2007'deki % 47'den % 38'e düşmesine yol açan kriz olgularının (ağır bir ekonomik daralma, resmi işsizliğin bile % 15'e dayanması vb.), 2009'un ikinci yarısında ve özellikle bu yılın ilk yarısında tersine dönmüş olması. (3) Özellikle MHP seçmeninin "evet"e dönmesinde büyük bir etki yarattığını parti temsilcilerinin dahi yarım ağızla da olsa itiraf ettiği Fethullah Gülen cemaatinin propaganda gücü.
2. Referandumda esas zaferi kazanan, AKP değildir, BDP'dir, Kürt hareketidir. Düzen medyası Erdoğan'ı yere göğe koyamıyor, girdiği her seçimi ya da halkoylamasını kazanmış olduğunu (1994 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi de dahil edilirse toplam yedi zafer) vurgulayıp duruyor. Oysa Erdoğan'ın yenilmez olduğu doğru değildir. Kürt hareketi (DTP, sonra BDP) AKP'yi 2007-2010 arasındaki üç yıl içinde üç kez yenilgiye uğratmıştır! Önce 2007 genel seçimlerinde bağımsız adaylarla meclise girerek grup kurmayı başarmış, ardından 2009 yerel seçimlerinde başta Erdoğan'ın göz koymuş olduğu Diyarbakır belediyesi olmak üzere onlarca, yüzlerce belediyede zafer kazanmış, nihayet referandumda boykot çağrısının Kürt halkının ezici çoğunluğunca izlenmesi sonucunda yeni bir zafer elde etmiştir!
Tablo ortadadır. Bir düzine Kürt ilinde boykot (elbette değişen derecelerde) zafer kazanmıştır (parantez içinde karşılaştırma amacıyla 2009 seçimindeki katılım oranı verilmektedir): Diyarbakır: % 35 (% 82); Batman % 40 (% 80); Mardin % 43 (% 81); Şırnak % 22 (% 86); Hakkâri % 7 (% 86); Van % 43 (% 81); Iğdır % 51 (% 82); Muş % 54 (% 80); Ağrı % 56 (% 79); Tunceli % 67 (% 81); Urfa % 70 (% 84); Siirt % 74 (% 87). Görüldüğü gibi, "hayır" oyu vermesiyle dikkat çeken Tunceli ya da Zaman gazetesinin boykotun tutmadığını ileri sürebilmek için sorduğu "Urfa veya Siirt Kürt değil mi?" sorusuna konu olan bu iki il bile, boykot hareketinden değişik derecelerde etkilenmiştir. Burjuvazinin, Türk ve Kürt burjuvazilerinin, bazı temsilcileri başta açık yalana dahi başvurarak bu zaferi yadsımaya çalışmıştır. Ama sonunda burjuvazinin en bağnaz, en yeminli temsilcileri dahi, bu zaferi teslim etmek zorunda kalmışlardır. Adıyaman, Bitlis, Bingöl, Malatya gibi illeri öne sürerek zafere gölge düşürmeye çalışanların söylediklerine aldanmamak gerekir. Tarihte en büyük mücadelelerde ve kabarışlarda bile bazı bölgeler eski rejime sarılırlar ve mücadelenin karşısında yer alırlar. Elbette Kürt halkının içinde de bu tür ayrışmalar olacaktır.
BDP'nin bu zaferi ile birlikte, Türk ve Kürt burjuvazilerinin Kürt hareketinin dışında bir güç yaratma çabaları bir kez daha hüsrana uğramıştır. Televizyona çıkartılan birtakım parti başkanlarından "bağımsız" aydınlara kadar bütün siyasi unsurların marjinalize olması bir yana, "evetçi" Kürt burjuvazisi en başta Diyarbakır olmak üzere Bölge'de büyük bir yenilgiye uğramıştır. Bu, 2009 seçimlerinden önce Tayyip Erdoğan ile Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir arasında yaşanan polemik sırasında Baydemir'in karşısına geçip, ardından seçimi Baydemir'in kazanmasıyla uğradığı yenilgiden sonra Kürt burjuvazisinin dolaysız biçimde yaşadığı ikinci büyük yenilgidir. Kürt hareketi, taktik nokta eylemleri dışında, Kürt burjuvazisiyle kurduğu ittifakın mücadeleye zarar verdiğini, bu toplumsal gücün en hassas noktalarda Türk devletinin güçlerinin yanında yer aldığını görerek yeni bir yönelişe girmelidir.
3. Faşist MHP referandumda büyük bir hezimete uğramıştır. DİP Girişimi, bunu, liberallerin, en başta Taraf gazetesinin başvurduğu istatistiklerle yalan söyleme operasyonuna inanarak değil, gerçek istatistikler üzerinden ileri sürmektedir. (Taraf gazetesinin yalanlarına tek bir örnek yeterlidir: Gazete MHP'nin 2009'da Erzurum'da % 39 oy aldığı halde, 2010'da bu ilde "hayır" oranının % 13 olduğunu yazmıştır. Oysa ilk oran Erzurum Büyükşehir Belediyesi seçiminde alınan oyun oranını, ikincisi ise il çapında alınan oyun oranını göstermektedir. Bu iki büyüklük karşılaştırılamaz!) MHP'nin 2009 seçimlerinde İl Genel Meclisi seçimlerinde aldığı oy oranı ile referandumdaki "hayır" oylarının oranı karşılaştırıldığında, en azından şu illerde partinin ciddi bir gerileme gösterdiğine dair belirtiler vardır: Osmaniye, Kastamonu, Çorum, Samsun, Düzce, Afyon, Nevşehir. Bu illerde "hayır" oylarının oranı, MHP, CHP ve DSP'nin 2009'da aldığı toplam oyların oranının ciddi biçimde altındadır. Ama bu illerde mesele sadece "belirti" düzeyindedir. Sonuç olarak kanama CHP ve DSP oylarında da olabilir. Oysa şu illerde "hayır" oyları MHP'nin 2009'da tek başına aldığı oylardan bile düşüktür (önce 2009'da MHP'nin oy oranını, ardından referandumda "hayır" oylarının oranını veriyoruz): Gümüşhane: % 24-% 22; Bayburt: % 20-% 15; Aksaray: % 27-% 23; Çankırı % 32-% 23; Yozgat % 30-% 23; Erzurum % 20-% 13. İki çok önemli ilde de durum buna yakındır: Kayseri: % 26-% 27 (2009'da CHP-DSP oyları %10); Konya: % 20-% 22 (CHP-DSP 2009: % 9).
Bu yenilginin temelindeki faktörler arasında şunlar öne çıkıyor: (1) MHP'nin 12 Eylül'den yediği darbe ışığında, Tayyip Erdoğan'ın anayasa paketini 12 Eylül karşıtı gösterme başarısının yarattığı etki. (2) "Eski ülkücüler"in (Bahçeli'nin deyimiyle "evetçi bülbüller"in) oynadığı rol. (3) Fethullah Gülen etkisi. Normal koşullarda, MHP'deki bu sarsıntının devlete daha uzak duran ve referandumda "evet" oyu çağrısı yapan BBP'ye yaraması beklenirdi, ama Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünden sonra bu rakip faşist parti önderlik sorununu çözememiş olduğundan, MHP tabanının kısmen AKP'ye kayması beklenebilir. MHP'nin baraj tehlikesi ile karşı karşıya kalması ihtimali bile doğmuştur. Elbette, bugünden seçime giden yolda Türkiye gibi bir ülkede yaşanabilecek yeni çalkantılar durumu değiştirebilir.
4. CHP, Kılıçdaroğlu'nun AKP karşısında esas alternatif olma yolunda belirli bir başarı göstermesine ve bir ölçüde Tayyip Erdoğan'ın sinirlerini bozmayı becermesine rağmen, sonuçta beklenen atılımı gösterememiş, Kılıçdaroğlu'nun oy kullananamaması ve gizli boykotçu durumuna düşmesi rezaleti ile ise ciddi bir yara almıştır. Büyük halk kitleleri, Kılıçdaroğlu'nun bu haliyle devlet ve hükümet yönetip yönetemeyeceği konusunda ciddi kuşkular besleyecek, rakipleri ise Kılıçdaroğlu'nu yıpratmak için bunu sürekli gündemde tutacaktır. Bu rezaletin ardında CHP'nin yaşlılar yönetiminin yarattığı atalet olabileceği gibi, kasıtlı bir hizip oyunu da olabilir. Basına sızan haberlerden, bu olay yaşanmadan önce de parti içinde hizip savaşlarının kızışmakta olduğu anlaşılıyor. Referandum sonrasında partinin bir süre kaynaşma yaşayacağı şimdiden belli olmuştur. Deniz Baykal, Önder Sav ve onun mirasçısı olarak sunulan Hakkı Suha Okay, Gürsel Tekin bu kaynaşmada Kılıçdaroğlu'nun yanı sıra baş oyuncular olacağa benzemektedir.
5. AKP'nin ciddi bir zafer kazandığı ortadadır. Şimdi AKP taraftarları karşılarındaki muhalefetin zaaflarının üzerine giderek AKP'nin üstünlüğünü daha da pekiştirmeye çalışıyorlar. CHP ve MHP'nin içi dikkatli biçimde karıştırlıyor. Taraf gazetesi, Baykal'ın borazanlığına soyunmuştur! "Eski ülkücüler" AKP taraftarı basında sürekli öne sürülüyor vb.
Bunun yanı sıra, referandum Erdoğan ile Fethullah Gülen arasında barış çubuğunun yeniden yakılmasına vesile olmuştur. İsrail'in Mavi Marmara baskını karşısında Gülen'in takındığı tutum dolayısıyla araya giren çatlak, Gülen'in ve taraftarlarının referandumda "evet" için canla başla çalışması ve Erdoğan'ın referandum gecesi yaptığı konuşmada "okyanus ötesi"ne teşekkür etmesi ile şimdilik kapatılmış olmaktadır. Erdoğan'ın teşekkürü, ayrıca, Hanefi Avcı operasyonunun ardında kendisinin olmadığının da ilanıdır.
Bütün bunlar, Erdoğan'ın 2011 seçimlerine büyük bir avantajla girmesine ve 2012'de cumhurbaşkanı seçilmesine kapı açabilir. Elbette, AKP yeterince büyük bir çoğunluk elde ettiği takdirde, Erdoğan'ın başkanlık sistemine geçmeyi ve Türkiye'nin ilk başkanı olmayı hayal ettiği de ortadadır.
6. Ne var ki, Türkiye gibi, gelişmelerin muazzam sarsıntılı ve ihtilaçlı olduğu bir coğrafyada bugünden 2011'e ve 2012'ye her şeyin aynı kalacağını beklemek ya saflıktır, ya da saflara dönük Erdoğan propagandası. AKP'nin önünde genel seçimlere ve cumhurbaşkanı seçimlerine kadar karşılaşabileceği büyük tuzaklar vardır. Bir kere, ABD ve İsrail'le ilişkiler hiç de AKP lehine çalışmamaktadır. Kılıçdaroğlu yeniden toparlanabildiği takdirde, emperyalizmin ve Siyonizmin gizli desteğine mazhar olabilecektir. İkincisi, Kürt sorunu muazzam inişli çıkışlı ve patlamalı karakteri ile AKP için çok yıpratıcı sonuçlar doğurabilir. Üçüncüsü, bugün dünyada yaşanan göreli düzelmeye rağmen, dünya çapında ekonomik krizin bir depresyon karakteri taşıdığı ve her an yeni düşüşlere yol açabileceği ortaya çıkmış durumdadır. Bu gelişmelerin ve bunların Türkiye'ye yansımasının zamanlaması AKP için hayati önem taşır, çünkü halk AKP'ye en büyük desteği bu nedenle vermektedir. Dördüncüsü, sendika bürokrasisinin ihaneti dolayısıyla Tekel mücadelesi etkisini yitirmiştir, ama arkadan ne geleceği, hele hele bu depresyon ortamında hiçbir biçimde kestirilemez. Yani AKP ve Erdoğan zamanla yarışmaktadır. Bu yarış düşünüldüğünde erken seçim gündemimizde yoktur diyen AKP aslında önemli bir risk altına girmektedir.
7. Bütün bu faktörlerden daha da önemlisi, politik mücadelelerin seçimlerden ve oylamalardan ibaret olmadığı gerçeğidir. Evet, AKP parlamenter hasımları CHP ve MHP'yi yenilgiye uğratmış olabilir. Ama AKP'nin ve ardındaki toplumsal güçlerin esas hasımları ABD-İsrail bloku ve Türkiye'nin Batıcı-laik burjuva kampıdır. Bunlar ise kudretli güçlerdir. Dolayısıyla, AKP'nin geleceğini peri masallarında olduğu gibi çizmek, propaganda etkisi ne olursa olsun, gerçekçilikten bütünüyle uzaktır. Referandumdan çıkarılması gereken sonuç, AKP'nin artık yenilmez bir güç haline geldiği, Türkiye'nin "ileri demokrasi" yolunda dev bir adım attığı, vesayet rejiminin yenildiği vb. değildir. İronik bir biçimde, referandumdan esas çıkarılması gereken sonuç, iç savaşın sertleşme eğiliminin güçlendiğidir. Çünkü, Baykal'ın bir saray darbesiyle CHP'nin başından devrilmesi ve Kılıçdaroğlu'nun onun yerine getirilmesi ile başlayan, AKP ve Erdoğan'dan seçim yoluyla kurtulma umutları referandum ile birlikte büyük bir darbe almıştır. Bu, hele hele 2011 seçimlerini AKP kazandığı takdirde, çok büyük bir sertleşmenin kaynağı olacaktır.
8. Türkiye'nin siyasi haritasının kıyı şeridi, Anadolu'nun kalbi ve Kürt bölgeleri arasındaki berrak bölünmesi, Batıcı-laik kampta ve özellikle ulusalcı güçler arasında çok vurgulanırken, liberal ve sol liberal güçler bunu yadsımaya çalışıyor. Kimi bu bölünmeyi "kültürel" olarak niteliyor, kimi hatta "psikolojik". Bu eğilimler gerçekleri körce yadsımak ve olayların maddi temellerini görmemek anlamını taşır.
Her şeyden önce bu siyasi haritanın Kürt ayağı, Kürt halkının artık boyun eğmeyeceğinin ilanından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, son derecede olumlu bir gelişmedir. Geri kalan kıyı şeridi-"derin Anadolu" bölünmesini görmezlikten gelmeye çalışmak ise iki bakımdan gericidir. Birincisi, bu bölünme, burjuvazinin iç savaşının coğrafi izdüşümüdür. Çünkü, ikincisi, bu bölünme bu iki bölgenin işçi ve emekçi halkının, sırasıyla Batıcı-laik burjuvazinin ve İslamcı burjuvazinin sosyo-politik hegemonyası altına girmesinin resmidir de ondan. Devrimci İşçi Partisi Girişimi ve geçmişteki öncülleri burjuvazinin bu iki kanadı arasındaki mücadelenin yükselmeye başladığı ilk andan (1994 belediye seçimleri) itibaren, daha sonra 2000'li yılların politik iç savaşı başlar başlamaz (23 Nisan 2003) ve o dönemden bu yana aralıksız biçimde, Türkiye işçi sınıfı hareketini ve solu bu iki kanattan birinin peşine takılmaya karşı uyarmakta, işçi ve emekçi kitleleri bu kamplardan kurtarmanın öneminin altını çizmekte, bu iki cephenin karşısına bağımsız bir üçüncü cephe ile çıkılmasının hayati önemine dikkat çekmektedir. Şimdi bu hegemonya yerleşmiştir, hatta pekişmektedir, ama işçi hareketi de sol da uyanmamakta ısrar ediyor!
9. Bugün kitlesel ölçekte bakıldığında, Türkiye'de burjuvaziden bağımsız tek odak Kürt halkının güçleridir. Ama o cenahta da burjuvazinin bir ya da öteki kampına iltihak etme riski devam ediyor. Kürt hareketi 2002 seçimlerinde liberal bir eğilimi ilk kez ortaya koymuştu. 2004'te birtakım sosyalist hareketlerin de desteğiyle SHP'yi düzenle bir bağ kanalı haline getirmeye yöneldi. 2007 seçimlerine ise AKP'ye dışarıdan destek verme vaadleriyle girdi. Bir bütün olarak sekiz yıldır AKP hükümetinden umut bir türlü kesilememiş görünüyor. Son zamanlarda, Kürt hareketinin, düzen güçlerinden uzaklaşarak yüzünü işçi-emekçi sınıflara döndüğüne dair bazı belirtiler ortaya çıkmıştı. Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi'ni de bu yönelişin bir ifadesi olarak görmek mümkündü. Ama, birincisi, referanduma yakın bir tarihte AKP'ye, "evet" oyu kullanmayı da içeren bir barış çubuğu uzatılması bu konuda ciddi bir yalpalama olarak ortaya çıkacak, bu yüzden BDP boykot kampanyasına çok geç girecekti. İkincisi, referandumdan sonra Öcalan'ın Akşam gazetesine verdiği demeçte eğer Kürtler "hayır" deseydi "evet"in kazanamayacağı, ama AKP'ye son bir şans verildiği yolundaki demeci, hükümet partisine ilişkin yanılsamanın hâlâ sona ermemiş olduğunu ortaya koymuştur. Şimdi AKP'nin referandumla elde ettiği gücün bu etkiyi daha da arttırması beklenebilir. Bu, büyük bir yanlış olur. Uzlaşma ve barış müttefikler arasında değil, hasımlar arasında yapılır. Barış ile ittifak aynı şey değildir. Kürt hareketi, kendisini en zor anlarda terk eden Kürt burjuvazisi ile ittifakını bir kenara bırakmalı, yüzünü Türkiye işçi sınıfına çevirmeli, bu düzenin ezdiği ve sömürdüğü büyük kitlelerin burjuvazinin güçlerinden bağımsız mücadele birliği için çalışmalıdır. İşçi sınıfının mücadele potansiyeli olduğu da, mücadele içine giren Türk işçilerin ezilen Kürt halkıyla kucaklaşacağı da Tekel mücadelesinden ve 1 Mayıslardan bellidir. Üçüncü Cephe'den başka çıkış yolu yoktur.
Bugün işçi sınıfı ile Kürt halkının ittifakı temelinde bütün emekçileri ve ezilenleri bir araya getirecek böyle bir cephe için koşullar hiç olmadığı kadar olgunlaşmıştır. Tekel işçilerinin mücadelesini ve işçi sınıfı içinde Kürt-Türk dayanışmasını başka sınıf kesimlerinin devralmaması için bir neden yoktur. Onlar yolu göstermiştir.
10. Elbette, Üçüncü Cephe'nin gerçekleşebilmesi için sol hareketin ve sendikalar ile kitle örgütlerinin bu konuda kafalarının en azından bir ölçüde açık olması gerekir. Ne var ki, solun büyük bölümleri bu ihtiyaca cevap verebilecek bir durumda olmak bir yana, gittikçe daha fazla burjuvazinin iki kampının gönüllü fedaisi rolüne soyunmaktadır.
DİP Girişimi'nin burjuvazinin iki kampının büyük emekçi kitleleri üzerindeki hegemonyasına ve sol hareketlerin bir bölümünün bu iki kampa yönelik kuyrukçuluğuna karşı yaptığı uyarıların anlamı günümüzde çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Denebilir ki, burjuvazinin iç savaşı şimdi yavruluyor: Türkiye solu burjuvazinin iki kampına karşı mücadele etmenin önemini anlayamadığı için, bugün solun iç savaşı başlıyor!
Ergenekon davasıyla birlikte başlayan kutuplaşma günümüzde büyük bir gerilime yol açmış bulunuyor. Liberal sol, tam anlamıyla AKP hık deyiciliğine soyunmuştur. Buna karşılık, referanduma "hayır" çağrısı ile giren sol grupların büyük bölümü ve en başta TKP, ÖDP, Halkevleri ve EMEP'in oluşturduğu blokun en azından bazı güçleri, stratejik bir yaklaşımla 2011 seçimlerinde ve ötesinde Kılıçdaroğlu CHP'sinin etrafında oluşturulacak bir "ilerici" ya da "sol" cephe hayal etmektedirler, yani Batıcı-laik burjuvazinin saflarına iltihak etmektedirler.
Bu yetmiyor. Bir de bu iki kamp birbirini artık karşı saflarda ilan etmeye adım atmıştır. Biri ("yetmez ama evet"çiler) diğer kampı statükonun ve darbeciliğin muhafızı olmakla suçluyor. Ötekiler ("hayır"cılar) da onları halkın safları dışına düşmekle suçluyor. Solun iç savaşı yavaş yavaş şiddet içermeye de yöneliyor. Burada bir simetriden söz etmek mümkün değil. "Hayır"cı kamp, "evet"çilere referandum öncesi dönemde iki defa boya, yumurta vb. türü araçlarla saldırı düzenledi. Bu araçların yarın deneyimsiz ve ateşli bir fanatiğin eline aldığı bir ateşli silaha dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez. DİP Girişimi, sol içinde bu tür şiddeti kararlı biçimde mahkûm eder. Dün ÖDP içinde liberalizmi mahkûm eden devrimci Marksistlere şiddet tehdidini tekrar tekrar yapanlar, bugün de liberallere şiddet uygulamaya girişiyorlar! On yıllık bir süre içinde hem liberallere, hem de gerçek liberalizm karşıtlarına şiddet uygulama eğilimi gösterirseniz, bunun "devrimci şiddet" olduğuna kimseyi ikna edemezsiniz!
Solun iç savaşı bugün esas olarak politiktir, istisnai olarak şiddet içerme eğilimi gösteriyor. Politik ya da şiddete dayalı, solun iç savaşına son! DİP Girişimi, solun saflarında liberalizme karşı da, ulusalcılığa ve benzeri akımlara karşı da geçmişten beri kararlı bir mücadele veriyor. Ama ne kimseye şiddet uygulamayı düşünmüşüzdür, ne de örneğin düzenleyicileri arasında sol liberaller var diye 12 Eylül'ü kınama mitinglerinden uzak durmayı.
11. Üçüncü Cephe'nin kuruluşunda daha baştan yer alabilecek güçler, referandumda "hayır" cephesine katıldılar. Bunlar arasında, CHP'den milletvekili olma hayali içinde olduğuna kuşku duyulamayacak olan Süleyman Çelebi'nin başkanlığındaki DİSK'ten çeşitli Türk-İş sendikalarına kadar güçler var. Öyle görünüyor ki, 2011 seçimleri birçok sendika, konfederasyon ve meslek örgütünün CHP'nin arkasına dizilmesine tanık olacak. Buna karşı mücadele ederek işçi ve emekçileri CHP'nin neden umut olamayacağı konusunda aydınlatmalı, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarının AKP'den olduğu kadar CHP'nin temsil ettiği güçlerden de bağımsız olmakta yattığını ortaya koymalıyız.
Üçüncü Cephe yolunda adımlar derhal atılmaya başlanılmalı. İlk hedef, seçimlere, Batı'da Tekel işçilerinin, Doğu'da ise Kürt hareketinin temsilcilerinin aday olduğu bir Emek ve Özgürlük Bloku ile girmek olmalı.
Referandum ortaya üç büyük güç çıkardı. Hakim sınıfların iki gerici cephesi karşısında Kürt hareketi Fırat'ın doğusunda parlak bir zafer kazandı. Görevimiz, Üçüncü Cephe aracılığıyla bu zaferi Fırat'ın batısına taşımaktır.