DİP'in 5. Kongresi: Türkiye’de siyasal durum ve devrimci görevlerimiz

DİP 5. Kongresi Türkiye'de siyasi durum ve görevlerimiz

Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz ve dünya durumunun analizi ve bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı karar metnini yayınladığımız Devrimci İşçi Partisi'nin 5. Kongresi'nin kararlarından Türkiye durumunun analizi ve proleter devrimciler açısından bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı kararı aşağıda yayınlıyoruz.

 

Ekonomik kriz ve işçi sınıfı siyaseti

  1. Dünya kapitalizminin içinden geçtiği Üçüncü Büyük Depresyon gecikmeli olarak gelişmekte olan ülkeleri vurmaya başlamıştır. Lehmann Brothers’ın çöküşü ile başlayan depresyon sürecine emperyalist merkezlerin para arzını arttırarak ve faizleri düşürerek verdiği tepki gelişmekte olan ülkelere ucuz dış kaynak sağladı. Ancak depresyonun iç gelişimindeki iniş çıkışlar yeni bir konjonktür yaratmıştır. Emperyalist merkezler para arzını kısmakta, faizleri yükseltmekte, enflasyonu dizginleyici politikaları öne çıkarmaktadır. Bu durum da ucuz ve bol dış kaynak bulamayan gelişmekte olan emperyalizme bağımlı ülke ekonomilerinde (Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan vb.) kriz dinamiklerini kuvvetlendirmiştir. Yüksek faizle sıcak parayı çeken, özel sektör başta olmak üzere dış borçlanmayla büyüyen gelişmekte olan ekonomiler arasında Türkiye de vardı ve bir süre boyunca ekonominin belirli bir tempoda büyümesi mümkün oldu. Ayrıca bu büyüme istihdam yaratan bir büyüme değildi. Üretim, özellikle sanayi ve inşaat sektörlerinde çalışan işçilerin daha uzun süreler çalıştırılmasıyla yani istihdam yaratmaksızın ve işsizliği azaltmaksızın arttı. Sıcak para akışı Türkiye’nin kronik ve yüksek cari açığı finanse etmesini sağladı. Ancak cari açığın en önemli sebeplerinden biri olan üretimin ithalata bağımlılığı giderek derinleşti. Bugün Türkiye’de toplam ithalat içinde ara malı ithalatının payı yüzde 73, yatırım mallarının payı yüzde 15 iken tüketim mallarının ithalatı sadece yüzde 12 oranındadır. Bu üretim yapısına özel sektörün 250 milyar dolara yaklaşan dış borcu eklendiğinde Türkiye ekonomisi döviz şokları karşısında son derece kırılgan hâle gelmiştir. Türk Lirası’nın başta dolar olmak üzere yabancı paralar karşısında hızla değer yitirmesiyle ortaya çıkan kriz, ABD ile siyasi ve diplomatik krizin değil bu kırılgan ekonomik yapının bir sonucudur.
  1. Her şeyden önce krizin temelinde kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engel olarak yükselmesi vardır. Bu olgunun temelinde ise Marksist kapitalizm analizinin temel taşlarından biri olan kâr oranlarının düşme eğilimi yasası bulunmaktadır. Bu tarihsel olgu Üçüncü Büyük Depresyon’un ardındaki temel sebeptir ve Türkiye dâhil olmak üzere hiçbir ülke bundan azade olarak görülemez. Ülkelerin belirli tarihsel dönemlerde ortaya koyduğu özgünlükler kapitalizmin işleyiş yasalarının çelişkilerinin belirleyiciliğini ortadan kaldırmaz. Türkiye’nin ekonomik olarak geldiği nokta sadece AKP iktidarlarının politikalarıyla açıklanamaz. AKP’nin izlediği ekonomi politikaları kaçınılmaz olan krizi daha da derinleştirmiştir. Ancak bu politikalar da AKP’ye özgü değildir. AKP’li yıllar, 12 Eylül öncesinde 24 Ocak kararlarından başlayarak Türkiye ekonomisinin dönüşümüne damga vuran neoliberal politikaların devamı ve özellikle özelleştirmeler ve işçi sınıfının kazanımlarına saldırılar açısından doruğa çıktığı yıllardır. AKP’nin uyguladığı ekonomi politikalarının somut olarak 2001 krizinin ardından Kemal Derviş öncülüğünde uygulamaya konan sınıf taarruzuyla süreklilik içinde olduğu unutulmamalıdır.
  1. 24 Haziran 2018 seçimlerinden önceki 5 ayda toplam yüzde 17 değer yitiren Türk Lirası, seçimlerden sonra iki ayda yüzde 35’e yakın bir değer kaybı yaşadı. Bu süreçte AKP ve Erdoğan’ın izlediği politikalar neoliberal ve piyasacı perspektiften genel olarak ayrılmamıştır. Burada tek sapma Merkez Bankası’nın bağımsızlığı aleyhinde hükümetin baskı kurarak faizleri düşük tutmaya çalışmasıdır. Erdoğan’ın bu politikasında esas faktör, yüksek faizin yatırımları durdurmasına ve ekonominin daralmasına yol açacak etkisinden kaçınmaktır. Erdoğan 24 Haziran öncesinde olduğu gibi 2019 yerel seçimlerine giderken de ekonomik daralma ve işsizlikte ortaya çıkacak artışın getireceği siyasi maliyetten kaçınmaya çalışmaktadır. Bu politikanın bedeli kurun yükselmesi ve enflasyondaki artıştır. Ancak geniş bir işsizlik dalgasıyla birleşmediğinde yüksek kur ve enflasyonun yarattığı hayat pahalılığının siyasi etkisi nispeten kendini gecikmeli olarak göstermektedir. 24 Haziran’ın sonuçlarında bu olgu bir ölçüde kendini göstermiştir.
  1. Ne var ki ekonominin yapısal sorunları, Erdoğan ve iktidarının ekonomik büyümeye öncelik veren politikasının sürdürülebilirliğini ortadan kaldırmıştır. Merkez Bankası’nın politikasından ayrı olarak piyasa faizleri hızla yükselmekte ve Merkez Bankası’nı da faiz artırımına gitmeye zorlamaktadır. Yüksek kur, imalat sanayi ve inşaat başta olmak üzere tüm sektörlerde yabancı girdiler aracılığıyla maliyetleri arttırmakta ayrıca, döviz borçları çok sayıda işletmeyi iflasın eşiğine getirmektedir. Dolayısıyla da düşük faiz politikası tek başına ekonomik daralmanın önüne geçememektedir. İktidarın ekonomi politikası yönelişinin yapısal reformlar, sıkı mali disiplinin yanı sıra sıkı para politikası temeline yaslanacağı görülmektedir. Ayrıca piyasalara güven vermek iktidarın parolasıdır. Piyasa ekonomisinin dışına çıkılmayacağına dair sıklıkla garanti verilmektedir. Tüm bunların anlamı, iktidarın ekonomik krize yaklaşımının tamamen neoliberal bir çerçeveye bağlı kalacağı ve işçi sınıfına kemer sıktıracağı, işsizlikle bedel ödettireceğidir. Ekonomik krizin derinleşmesi ve iflasların görülmeye başlaması durumunda bankacılık sisteminin çöküşünü engellemek için şirket kurtarmaların gündeme gelmesi, bankaların zararlarının devlet tarafından üstlenilmesi yüksek ihtimaldir ve bu da işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki yükün çok daha fazla ağırlaşması anlamına gelecektir.
  1. Yine de ekonomik krizin kendi iç temposu iktidarın ekonomi politikasında çeşitli merkezkaç eğilimleri öne çıkarabilir. 2016 yılının başında gerçekleştirdiğimiz 1. Olağanüstü Kongre’de şu tespiti yapmıştık: “Dünya ekonomisi şayet beklenebileceği gibi çok derin bir durgunluğa maruz kalırsa, dünyanın başka ülkelerinde olabileceği gibi, Türkiye’de de küreselci ve neoliberal doğrultuya aykırı düşen, ulusal vurgusu artan, devleti daha faal hale getiren, piyasalara daha müdahaleci bir ekonomi politikasının AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın gündemine girmesi bir olasılık olarak göz önüne alınmalıdır.” Bu eğilim, henüz “çok derin bir durgunluk” yaşanmamış olsa bile, Brexit’in ardından Trump’ın başını çektiği ticaret savaşları ile birlikte dünya ölçeğinde tamı tamına doğrulanmış bulunmaktadır. Türkiye açısından bu tür politikaların uygulanması için giderek daha uygun bir uluslararası konjonktürün olacağı göz ardı edilmemelidir. Ne var ki Türkiye ekonomisinde AKP’li yıllarda hızlanan dönüşüm bu tür bir yönelişin de başarı şansını azaltmaktadır. Krizin akut görünümlerine karşı, spekülatif atakları dizginlemeye yönelik olarak atılacak (en önemlisi sermaye akımlarına engeller getirerek TL’nin konvertibilitesinin, yani yabancı paralara çevrilmesinin kısıtlanması veya bütünüyle kaldırılması olmak üzere) müdahaleci adımlar, özel mülkiyet ve piyasa ilişkilerinde yapısal dönüşümler olmadan yarı yolda kalmaya mahkûmdur ve orta vadede sorunları daha da derinleştirecektir.
  1. Böyle bir durumda burjuvazinin geniş kesimleri ve Amerikan muhalefeti bu tür önlemlerin gerçekçi olmadığına dair güçlü bir muhalefet başlatacaktır. Devrimci İşçi Partisi, yarı yol önlemlerini çözüm olarak savunmayacağı gibi böyle bir neoliberal muhalefetle herhangi bir ortak dil kullanmayacaktır. Devrimci İşçi Partisi, yarı yol önlemlerini özel mülkiyet ve piyasa ilişkilerini doğrudan hedef alan kamulaştırmacı, planlamacı politikalarla mantıki sonucuna ulaştırmayı savunacaktır. Bu doğrultuda DİP’in ekonomik krize karşı önlemlerinin temeli 2016 yılı Aralık ayında yayınlanan Emekçi Halkın Krizden Çıkış Programı ve bu programın güncellendiği Merkez Komitesi karar ve bildirileridir. Partimiz ekonomik krizin kendi iç temposuna bağlı olarak öne çıkacak hayat pahalılığı, işsizlik vb. başlıklarda programın ilgili bölümlerini güncelleyerek öne çıkaracak ve bu doğrultuda propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini planlayacaktır.
  1. İşçi sınıfının çıkarlarına dayanan ve sosyalist temellerde bir çözüm ortaya koyan ekonomik programımızın siyasal alandaki karşılığı, ekonomik taleplerin istibdada karşı hürriyet talepleriyle bütünleştirilmesi ve mücadele içinde tüm çözümlerin işçi sınıfı iktidarına bağlanmasıdır. Aynı zamanda Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke olması ekonomik krize karşı yürütülecek mücadelenin anti-emperyalist siyasetle iç içe geçmesine neden olmaktadır. Kurların bir anda hızla yükselmesine yol açan Rahip Brunson’ın ev hapsine çıkarılması gibi olaylar kriz dinamiklerinin nedeni değil tetikleyicisi niteliğindedir. Ancak bu tür olaylar kitlelerde emperyalizme karşı haklı bir öfke uyandırmakta, iktidar tutarsız siyasetini milliyetçi bir hamasetin arkasına gizlemekte ve dolayısıyla kitlelere tutarlı bir anti-emperyalist siyasetin ulaştırılmasının önemi artmaktadır. Türkiye’nin NATO’dan ve Gümrük Birliği’nden çıkması, İncirlik ve üslerin kapatılması gibi somut talepler bu dönemde işçi sınıfının krize karşı mücadelesinin bir parçasıdır. Devrimci İşçi Partisi, ekonomik alandaki taleplerini formüle ederken bunlar biçimsel olarak iktidardan talep ediliyor gibi gözükse de taleplerimizin hayata geçmesinin, istibdadın yenilmesine, zincirsiz Kurucu Meclis’e ve nihayet bir işçi emekçi hükümetine bağlı olduğu açıktır. Kitlelerin bu doğrultuda bilinçlendirilmesinde devrimci Marksist geçiş talepleri ve geçiş programı anlayışı partimizin yol göstericisi olacaktır.

Burjuvazinin iç savaşının bir bilançosu

  1. 90’lı yılların ortasından başlayarak Türkiye siyasetine Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasındaki iç savaş damgasını vurmuştur. Burjuvazinin iç savaşında taraflar proletaryaya karşı sınıf çıkarlarında her daim ortak olmuştur. Ancak burjuvazinin kendi saflarındaki çelişkilerin siyasi tezahürlerinin son derece sert biçimler alabilmesi bir siyasi mecaz olarak “iç savaş” kavramını kullanmamızın isabetli olduğunu göstermiştir. Son olarak 15 Temmuz 2016, burjuvazinin saflarındaki iç savaşın aldığı en kanlı biçim olarak karşımızda durmaktadır. Hiç değilse bir gün ve gece boyunca Türkiye gerçek bir iç savaşın eşiğine gelmiştir. Öte yandan burjuvazinin iç savaşı analizimiz hiçbir zaman tarafların uzlaşmaz karşıtlıklarla bölündüğünü iddia etmemiştir. Tam tersine uzlaşma mümkündür ve geldiğimiz aşamada burjuvazi içindeki saflaşmalarda bir dizi aktör hızla saf değiştirebilmekte, yeni ittifaklar kurulmakta ve bozulmakta, burjuvazinin iç savaşının siyasette ve devlet içindeki uzantılarında her an yeni konumlanışlar görülebilmektedir.
  1. Türkiye’nin 15 Temmuz’a geliş sürecine damgasını vuran olguların başında, her zaman Batı’ya yakın olan ama İslamcı burjuvazinin bir unsuru olan cemaatin saf değiştirmesi vardır. Karşısında Erdoğan’ın başını çektiği klik ise daha önce kendisinin başında olduğu hükümete karşı darbe hazırlığı içinde olan kontrgerilla artığı güçlerle ittifaka girebilmektedir. Bir dönem Batıcı-laik burjuvazinin vurucu gücü olan ordu ana gövdesiyle Erdoğan ve AKP ile birlikte hareket edebilmektedir. Geçmişte Erdoğan-Cemaat ittifakının gadrine uğramış askerleri, gazetecileri, Cumhuriyet mitinglerinin kürsüsünden nutuk atan profesörleri AKP ve Erdoğan’ın ajitatör ve propagandistleri olarak görebilmekteyiz. Batıcı-laik burjuvazinin önde gelen isimleri Berat Albayrak’ın konferansında en ön sırayı kapmaktadır. Koç Holding, Erdoğan iktidarı altında elde ettiği Tüpraş’ın kârlarına Erdoğan’la birlikte açılışını yaptığı Ford fabrikasının kârlarını eklemiştir. Ancak tüm bunlar burjuvazinin iç savaşının temel dinamiğini ortadan kaldırmamaktadır. Türkiye’nin stratejik olarak Batı emperyalizmi ile bütünleşmesini savunan çizgi ile yüzünü Doğu’ya dönerek Sünni İslam dünyasında, Rusya, Çin ve müttefiklerinde dengeleyici bir güç arayan yöneliş arasındaki fay hattı aktiftir, belki de hiç olmadığı kadar enerji biriktirmiştir ve yeni depremler yaratmaya gebedir.
  1. Erdoğan ve Bahçeli’nin ana eksenini oluşturduğu istibdad cephesi, Batı emperyalizmi ile taktik pazarlıkları, stratejik bütünleşme perspektifinin önüne çıkaran bir çizgi izlemektedir. Bu çizgi, daha önce cemaatin rol aldığı Ergenekon, Balyoz, casusluk vb. davalara konu olan TSK unsurlarının, Kuzey Irak, Kıbrıs vb. başlıklarda geleneksel güvenlik reflekslerini öncelikli kabul eden dış politika anlayışına paralellik göstermektedir. 15 Temmuz darbe girişiminde Yurtta Sulh Konseyi’ni tasfiye ederek tasfiye edilmekten kurtulan grubun ordu içindeki etkinliğini arttırması bu yönelişi güçlendirmektedir. İstibdad cephesi bu kanaldan Vatan Partisi gibi grupların desteğini de almıştır. Batı emperyalizmi ile bütünleşmeyi stratejik olarak savunan büyük burjuvazinin siyasal alandaki izdüşümü ise Amerikan muhalefetidir. Bu odak 2013 yılında Kılıçdaroğlu’nun Fethullah Gülen’le ittifakı ekseninde şekillenmiş, AKP içine Abdullah Gül ve çevresi aracılığıyla uzanmıştır. Abdullah Gül’ün etkisi son 16 Nisan 2017 referandumunda AKP içinde evet için çalışmaktan imtina eden geniş bir çevrenin bulunmasında, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce de Saadet Partisi’nin Amerikan muhalefetine dâhil edilmesinde kendini göstermektedir. HDP'nin ve Kürt hareketinin mevcut siyasi çizgisi de Amerikan muhalefetinin bir parçası durumundadır. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra MHP’nin içindeki çatlak giderek derinleşerek bir bölünmeyle sonuçlanmış ve Meral Akşener’in başını çektiği İyi Parti grubu Amerikan muhalefetinin faşist geleneğe uzanan milliyetçi kanadını oluşturmuştur. Zaman içinde HDP ve CHP hegemonyası altındaki sosyalist eğilimler de ister istemez Amerikan muhalefetinin pasif destekçileri haline gelmiştir.
  1. Burjuvazinin bağrında adeta bir kördüğüm haline gelmiş siyasal saflaşmada TÜSİAD’da ifadesini bulan Batıcı-laik büyük sermaye ile MÜSİAD’da yansımasını bulan İslamcı finans kapital ve Anadolu sermayesi, Türkiye kapitalizminin ana sermaye fraksiyonlarını oluşturmaktadır. Bu derneklere mensup şu ya da bu sermaye grubunun iktidarla kurduğu ilişkilerin biçim ve düzeyi bu genel gerçeği değiştirmez. Ancak bu alanda yaşanan güçlü merkezkaç eğilimlerin sebeplerinin de ortaya konması gerekmektedir. Bu anlamda burjuvazinin iç savaşının gelişimi içerisinde Batıcı-laik burjuvazi, siyasi etkinliğinden taviz vermekle birlikte iktisadi gücünü ve belirleyiciliğini korumaktadır ve bu alanda rakipsiz durumdadır. MÜSİAD ya da istibdadın yamacında elde ettiği ihalelerle zenginleşen sermaye grupları Türkiye kapitalizmi içinde belirleyici bir güce hiçbir şekilde ulaşmış değildir.
  1. Ancak iki kutbun ekonomik alandaki güç mücadelesi sonuçlanmış, İslamcı sermaye ekonomik alanda da üstünlüğü elde etme mücadelesinde umudunu yitirmiş değildir. 2016’da kurulan Varlık Fonu’nun Yönetim Kurulu’nun başına Eylül 2018’de Erdoğan’ın gelmesi, damadı Berat Albayrak’ın da onun vekili olarak tayin edilmesi, bu bağlamda önem taşıyor. Türkiye sermayesi içinde yeni bir holding kurulmuş gibidir. Bu dev varlık fonu Türkiye Petrolleri, Botaş, Eti Maden İşletmeleri, Çaykur gibi enerji, madencilik ve tarım alanlarında üretken sermaye odaklarını, Türksat, PTT ve kısmen Türk Telekom gibi modern iletişim şirketlerini, THY, TCDD, Türkiye Denizcilik İşletmeleri gibi taşımacılık tekellerini, Ziraat Bankası, Halkbank, Borsa İstanbul gibi finans sermayesi devlerini, Milli Piyango ve Jokey Kulübü At Yarışı Düzenleme Lisansı gibi kitlesel kumar işletmelerini ve çok miktarda değerli taşınmaz mülkü bünyesinde topluyor. Fonun toplam varlık miktarı 200 milyar dolar, yani oynak kur değerlerine göre 1,2 trilyon ila 1,4 trilyon Türk Lirası olarak hesaplanıyor. Böylece fon ekonomik kriz koşullarında tekelden yönetilecek, merkezileşmiş bir dev sermaye işlevi görecektir. Aynı zamanda bu fondaki şirketlerin, özellikle yabancı sermaye için, bir çeşit teminat ve özelleştirme havuzu olarak kullanılması da mümkündür. Erdoğan'ın başına geçtiği varlık fonu, İslamcı burjuvazinin zirvesinde muazzam bir sermaye grubu olarak hareket edebilecek güce sahip olacaktır. İslamcı sermaye grubu Tosyalı Holding’in sahibinin Varlık Fonu’nun doğrudan yönetim kuruluna alınması İslamcı sermayenin siyasi bir aracı olmadan doğrudan temsilini sağlamaktadır. İstibdad yönetiminin bu gücü nasıl kullanacağına bağlı olarak, Varlık Fonu Batıcı-laik sermaye ile İslamcı sermaye arasında ekonomi alanındaki güç farklılığını önemli ölçüde etkileyebilecek bir faktör haline gelebilir. Özellikle CHP'nin sahip olduğu İş Bankası hisselerine hazine adına el konulması tartışmasını (muhtemelen bu hisselere el konulursa varlık fonuna aktarılacaklardır) burjuvazinin iç savaşının ekonominin kontrolü üzerinde verilen bir muharebesi olarak görmek mümkündür.
  1. Erdoğan Türkiye burjuvazisinin hâkim dilimi olan Batıcı-laik tekellerin ekonomik iktidarına halel getirmeyerek, Batıcı-laik burjuvazinin kırmızı çizgilerini zaman zaman zorlasa da asla aşmayarak iktidar yürüyüşünü sürdürmüş ve bir istibdad rejimi inşa etmiştir. Erdoğan, AB ile ipleri germiş ama asla kopartmamıştır. NATO ve ABD emperyalizmi ile çelişkiye düşmüş ama stratejik işbirliği çizgisini asla terk etmemiştir. İşçi sınıfının haklarından ve mevzilerinden yoksun bırakılmasında Batıcı-laik burjuvaziye 12 Eylül askeri diktatörlüğünden sonraki en çok hizmeti sunmuştur. Özelleştirmelerde rekor kırmıştır. Özelleştirmelerden aslan payını da yine Batıcı-laik sermaye almıştır. 12 Eylül’ü tüm gücüyle destekleyen Batıcı-laik burjuvazinin istibdada kökten karşı çıkması beklenemez. İktidar yanlısı bir basın tekelinin oluşması TÜSİAD’a asla yabancı değildir. Doğan Holding’in satılmış medyasının yeni sahibi de yine TÜSİAD üyesi olan Yıldırım Demirören’dir. TÜSİAD burjuvazisi için laiklik hâlâ bir kırmızı çizgidir. Ancak burjuvazinin laikliği emekçi kitlelerin din bezirgânlığıyla uyutulmasına, zorunlu din eğitimine, işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesine karşı tarikatların sınıfı bölen yapılanmasına karşı değildir. Daha da öteye gidildiğinde DAİŞ petrollerini Batman’da rafine ederek satmak da Erdoğan’ın Sünni dünyanın liderliğine soyunduğu Rabiacılık trenine atlayarak petrol ve doğalgaz kaynaklarının fethini hayal etmek de TÜSİAD’ın geniş laiklik anlayışı içinde yer bulabilmektedir. Ancak çok açıktır ki tüm bunlar sadece TÜSİAD burjuvazisinin değil aynı zamanda Batı emperyalizminin de laiklik kriterleri içinde yer bulabilmektedir. Hukukun, ticaretin, sosyal hayatın ve eğitimin Batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi engelleyecek düzeyde İslami kurallara göre düzenlenmesi ile dış politikada İsrail’in meşruiyetini reddeden ya da Batı emperyalizmi ile tam anlamıyla karşı karşıya geldiğinde nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkeyi desteklemek (dün Irak, bugün İran) kırmızı çizgilerin dışındadır. Erdoğan bu kırmızı çizgileri hiçbir zaman aşmış değildir ve aşacak bir strateji de benimsememektedir.
  1. Erdoğan Batıcı-laik burjuvazinin kırmızı çizgilerini aşmasa da bu çizgileri zorlamakta, zaman zaman üzerine basmakta, bu da zaman zaman kontrolden çıkan çelişki ve çatışmalara neden olmaktadır. Batıcı-laik burjuvazi bu çelişki ve çatışmaları kontrol altında tutmaya çalışmakta, zaman zaman da sineye çekmektedir. Erdoğan’a tahammül etmesinin esas sebebi burjuvazinin kitleler üzerinde hegemonya kurmaktaki zaaflarıdır. İşçi eylemleriyle iktidardan düşen ANAP’ın ardından krizlerle dolu 90’lı yıllar, en son 2001 kriziyle birlikte burjuva siyasetinin merkezini çökertmiştir. Türkiye toplumuna Kemal Derviş’in acı reçetesini içirmek Özal ve Demirel gibi sağcı ama Batılı bir siyaset tarzıyla da, CHP ve türevleri ile de mümkün olamamıştır. İslamcılık burjuva hegemonyasının tek mümkün biçimi olarak kendini dayatırken AKP ve Erdoğan bu zeminin üzerinden yükselmiştir. MÜSİAD ve İslamcı burjuvazi elbette bu siyasal yönelişten beslenmiş ve güçlenmiştir. Erdoğan ve AKP’nin iktidarı güçlendikçe özerkliği artmış ve Batıcı-laik burjuvazinin önceliklerinin siyasal hayatın her ayrıntısında belirleyici olduğu bir dönem geride kalmıştır. Bu Batıcı-laik burjuvazinin ödemeye razı olduğu bir bedeldir. Ancak Batıcı-laik burjuvazi ekonomik iktidarını siyasi iktidarla bütünleştirmekten ilânihaye vazgeçmiş de değildir. 16 Nisan akşamı saat 17:00’de TÜSİAD’ın yayınlamış olduğu muhtıra Erdoğan ve iktidarını Batıcı-laik burjuvazinin ekonomik gücü ve Batı emperyalizminin desteğiyle sınırlama çabasının bir ifadesidir. Bu muhtırada kayıtsız şartsız Türkiye’nin Batı yönelişinden kopmaması, Ortadoğu’da bir NATO üyesi olarak hareket etmesi ve ekonominin tümüyle burjuvazinin çıkarları temelinde düzenlenerek işçi sınıfının haklarına saldırılması vardır.
  1. Batıcı-laik burjuvazi ile diğer sermaye fraksiyonlarının ortak çıkarı ise Türkiye’nin Kuzey Irak başta olmak üzere petrol ve doğal gaz bölgeleri üzerinde hâkimiyet kurmasıdır. Enerji kaynaklarına ulaşma yönelişi, petrol ve doğalgaz fakiri Türkiye büyük burjuvazisinin tarihsel ve stratejik çıkarlarına dayanmaktadır. Bu çıkarlar sadece Kuzey Irak’ı değil, petrol yataklarına sahip Kuzey Suriye’yi, (başta Azerbaycan olarak) Kafkasya’yı ve Kıbrıs’ı da burjuvazi açısından stratejik alanlar içine sokmaktadır. Ancak bu stratejik hedefe ulaşma metodu ve bu doğrultuda kurulacak ittifaklar çelişki ve çatışmalara yol açabilmektedir. Kürt, Ermenistan, Kıbrıs başlıklarındaki açılım, barış, çözüm vb. adlarla anılan süreçler de, hâkimiyet kurmada askeri gücün öne çıktığı daha milliyetçi yönelişler de, aynı hedefe odaklanmaktadır. Batıcı-laik burjuvazi elbette ki enerji arayışını Batı emperyalizmi ile uyumlu bir şekilde yürütmek tercihindedir. 7 Haziran sonrasında başlayan, 15 Temmuz’dan sonra doruğa ulaşan biçimde Türkiye’de ordunun, güvenliğe önceleyen siyasal refleksleri öne çıktığında ise Batı emperyalizmi ile stratejik değil taktiksel bir bütünleşme perspektifine sahip olan İslamcı Anadolu burjuvazisinin milliyetçi politikalara daha rahat uyum sağladığı görülmektedir. Ancak Batıcı-laik burjuvazinin siyasi tercihleri de Kıbrıs’ta Annan Planı’nı desteklemek şeklinde tezahür edebildiği gibi Suriye ve Irak’ta DAİŞ’le işbirliğini dahi içeren en barbarca politikalara destek biçimini de alabilmektedir. Öte yandan İslamcı burjuvazi hiç olmazsa belirli koşullar altında Kürt sorununda petrol açılımının Sünni İslam kardeşliği bayrağıyla baş sponsoru haline gelebilmektedir.
  1. Türkiye’de burjuvazinin içinde ne iç ne de dış politikada demokratik, ilerici ya da anti-emperyalist bir kanat yoktur. Ancak burjuvazinin birbiriyle savaşan kanatları bu savaşım içinde kitleler üzerinde birbiriyle karşıt görünen siyasal konumlanışlar üzerinden hegemonya kurmaktadır. İktidarda bulunan istibdad cephesi bir bütün olarak büyük burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını temsil ederken ana kitle desteğini, İslamcı burjuvazinin hegemonyası altındaki geleneksel kentsel ve kırsal küçük burjuvaziden almaktadır. Amerikan muhalefeti de temsil ettiği çıkarlar açısından istibdad cephesinden farklı değildir. Onun kitle desteği ise Batıcı-laik burjuvazinin hegemonyası altındaki modern kentsel küçük burjuvazi ve geniş yarı-proleter beyaz yakalı katmanlardır. Kamu çalışanları, hizmet sektörü işçileri ve sanayi proletaryası ise bu iki kamp arasında (oldukça eşitsiz bir biçimde) bölünmüş durumdadır. Bağımsız bir proleter siyasi kutup mevcut değildir. Sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir siyasal hat burjuvazinin tüm kanatlarının siyasal teşhiri ve tüm kanatlarıyla burjuvaziye karşı uzlaşmaz bir tutum üzerinden inşa edilebilir.

İşçi sınıfının durumu

  1. Proletaryanın saflarında ciddi bir örgütsüzlük ve dağınıklık hali söz konusudur. Ancak bu olgu yeni değildir. Sınıf mücadelesi OHAL koşullarında adeta bir sınamadan geçmiştir. İşçi sınıfının farklı bölükleri bu dönemde güç ve potansiyellerini ortaya koymuşlardır. Devrimci İşçi Partisi’nin stratejik mevzilenme perspektifinin odağında yer alan sanayi proletaryası ve onun içinde metal sektörü ne kadar önemli bir potansiyel gösterdiğini tekrar kanıtlamıştır. OHAL dönemi koşullarında eylem sayısı ve niteliği bakımından belirli bir düzeyi koruyan sınıf bölüğü sanayi proletaryası ve metal işçileri olmuştur. 2015 yılının metal grevlerinin bir benzeri 2017 yılı MESS sözleşmeleri sürecinde tekrarlanmamıştır. Ancak o dönemin sanayi proletaryasının mücadele kapasitesi üzerinde yarattığı sıçrama dolaylı yollardan kendini sözleşmenin göreli kazanımlarında göstermiştir. Aynı zamanda buna metal işçilerinin bu süreçte nesnel bakımdan siyasal bir güç olma potansiyeli gösterdiğini de eklemeliyiz. Bu potansiyel de kendini dolaylı biçimde göstermiştir. İşçi sınıfı siyasal taleplerle kendini ortaya koymuş değildir ancak MESS sözleşmelerinin Afrin operasyonu ile aynı döneme denk geldiği ve son derece riskli bir siyasi süreçten geçtiğini düşünen iktidarın, metal işçileriyle sendikal bir hesaplaşmaya girmekten kaçınma eğilimi gösterdiği açıktır. Metal ve genel olarak sanayi proletaryasının dolaylı yoldan gösterdiği bu potansiyel siyasal gücü, yıllar öncesinde Tekel direnişinden, Gezi ve 17-25 Aralık sonrası ile 2014 yılı yerel seçimleri arasındaki döneme rastlayan Greif direnişinden, 2015 fiili metal grevlerinin 7 Haziran seçimleri öncesine rastlamış olmasından da görebiliyoruz. Ayrıca HT Solar, Posco Assan, Flormar ve Zonguldak maden işçilerininki gibi tekil mücadele örnekleri de bu potansiyeli kanıtlayan örneklerdir. Burjuva iktidarı başka alanlarda muhalif kesimler üzerinde fütursuzca kullandığı baskı aygıtını sanayi proletaryası üzerinde aynı rahatlıkla uygulayamamaktadır.
  1. Tersine bir örnek ise kamu çalışanlarıdır. Kamu emekçileri sendikaları, üyelerinin ekonomik çıkarlarını koruma imkân ve kabiliyetlerine sahip değildir. Gerçek mânâda toplu sözleşme yapamamaktadırlar, işyeri düzeyindeki etkileri ise son derece sınırlı olmaktadır. Bu koşullar altında kamu emekçileri sendikaları tam anlamıyla siyasi kimliklere hatta bir yönüyle bakıldığında millet, memleket ve mezhep aidiyetlerine göre bölünmüş durumdadır. Bu durum kamu emekçilerini istibdadın ve sermayenin saldırıları karşısında büyük oranda savunmasız bırakmaktadır. Memur-Sen ve Kamu-Sen, OHAL sürecindeki ihraçlarda tamamen pasif kalmıştır. Daha önce mesleki terfi mekanizmasında işlev gören bu yapılar bir anda tam karşıt bir işlev görmüşlerdir. KESK, üyeleri arasında dayanışmayı örgütleme ve ihraç edilen üyelerine maddi destek sunma konularında olumlu bir pratik gösterse de istibdada karşı sınıfsal bir direniş örgütleyememiştir. Çünkü kamu emekçilerinin sınıfsal çıkarlarının değil solcu, Kürt, Alevi ya da CHP tabanının temsilcisi niteliğini aşamamıştır. Dolayısıyla da sanayi proletaryasının eylemlerinde yarattığı meşruiyetin bir benzerini kamu emekçileri nezdinde oluşturamamıştır. Kamu emekçilerinin direnişi bireysel direnişlere indirgenmiş ve bunu aşamamıştır.
  1. OHAL’in yasal ve biçimsel olarak kalkmış olması sınıf mücadelesi açısından koşullarda büyük bir değişikliğe neden olmayacaktır. İstibdadın baskısı da zaafları da sürecektir. Sanayi proletaryasının sınıfsal talep ve yöntemlerle gerçekleştireceği eylemler yine belirleyici olacaktır. Sendikal mücadeleler bu dönemde de sınıfın siyasallaşması yolunda ilerleyeceği ana güzergâhtır. 2015 metal grevlerinin hesaplaşmasının yaşanacağını öngördüğümüz 2017 yılı, benzer bir sarsıntıya sahne olmamıştır. 2015’in metal işçilerinin bilincinde ve örgütlülüğünde yarattığı sıçrama, sendikal yapılarla geleceğe taşınamamış, sürekliliği sağlanamamıştır. Ancak 2017 MESS sözleşmelerinin göreli kazanımları, özellikle de 2 yıllık sözleşmenin kabul edilmesi metal işçilerinin mücadelesinde 2019’un bir uzatma devresi niteliği kazanmasına neden olacaktır. Fakat 2019’un otomatik olarak bir sınıf mücadelesi yükselişine sahne olması beklenmemelidir. Her şeyden önce 2019 sözleşmeleri 2015 ve 2017’den çok daha farklı bir ekonomik konjonktürde gerçekleşecektir. Ekonominin göreli olarak büyüdüğü dönemlerde sınıf daha özgüvenli bir biçimde ücret artışı talebini ve diğer sendikal talepleri yükseltirken 2019 sözleşmelerine büyük bir işten çıkarma dalgasının eşliğinde ya da ertesinde gidileceği ve bunun da sınıfın özgüveninde bir aşınma yaratacağı hemen hemen kesindir. Sermaye eline işten çıkarma sopasını alacak ve kriz kozunu sonuna kadar kullanacaktır. Metal işçilerinin mücadelesi tekil fabrikaları, hatta metal sektörünü aşan bir nitelik göstermezse başarı şansı düşüktür ve ancak mevzii başarılar elde edilebilir. Devrimci İşçi Partisi bu anlamda metal işçilerinin sektörel ve işyeri temelli taleplerini genelleştirmek ve sınıfa mâl etmek için özel bir çaba içerisinde olmalıdır.
  1. Ekonomik krizle birlikte sermaye sınıfının saldırıları da daha genel bir nitelik kazanacaktır. Tekil fabrika ve işyerlerinde işten çıkarmalar ve kazanılmış hakların tırpanlanması daha genel bir sınıf taarruzunun parçası olarak yürürlüğe sokulacaktır. Sermayenin krize karşı stratejik taarruz planının kod adı yapısal reformlardır. Yapısal reformların ana gövdesini ise işgücü piyasası reformları adı altında kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam bürolarının temel istihdam birimi haline getirilmesi, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması oluşturmaktadır. Sermayenin sınıf taarruzunun bir diğer kod adı da mali disiplindir. Mali disiplin devlet bütçesi üzerinde ciddi bir sınırlama getirecektir. Hatta “mali kural” adıyla bu kısıtlamanın yasayla yapılması bile gündeme getirilmiştir. Bunun anlamı en başta sosyal güvenlik sistemi çatısı altındaki sınıfsal kazanımların tırpanlanmasıdır. Eğitim, sağlık ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecektir. Sosyal politikalar çerçevesinde yapılan transfer harcamaları kısılacaktır. Yüksek enflasyon ortamında tüm bunlar devlet bütçesindeki kısıtlamanın, katlanarak emekçi hanesinin bütçesine ve/veya alabildiği sosyal hizmetlere yansıması demektir. Tüm bunlara sendikalar üzerinde istibdadın daha yoğun bir baskısı da eklenecektir. Kararname ile sendikaların idari ve mali denetimi ile yöneticilerinin görevden alınması tasarrufunun Devlet Denetleme Kurulu vasıtasıyla Cumhurbaşkanlığına verilmesi bu doğrultuda atılmış bir adımdır.
  1. Bu koşullar altında sınıf mücadelesinin daha genelleşmiş biçimler alması olasılığı mevcuttur. Kıdem tazminatının savunulması, devletin doğrudan müdahale ettiği sendikaların korunması ya da olası bir İMF anlaşması dolayısıyla İMF karşıtı mücadele gibi fabrikaları aşan ve esas mücadele alanlarının meydanlar olduğu bir süreç yaşanabilir. Devrimci İşçi Partisi bu mücadelede sınıfsal talepleri genelleştirmek ve geçiş talepleri aracılığıyla siyasallaştırmak için mücadele edecektir. Ancak bu mücadele mutlaka mücadelenin fabrikalar ve işyerleri temeline indirilmesi çabasıyla beraber yürütülmelidir. Aksi takdirde talepler gerçek anlamda muhatabıyla buluşmayacaktır. Sendikal bürokrasinin mitingler, yürüyüşler ve basın açıklamalarıyla sınıfın bağrında biriken enerjiyi boşaltarak buharlaştırma konusunda ne kadar mahir olduğu asla unutulmamalıdır. Bürokrasinin bu hamlelerini ancak mücadeleyi fabrika zeminine taşıyarak ve taban örgütlenmelerini güçlendirerek boşa çıkartabiliriz.

İşçi sınıfının müttefiki bazı katmanların durumu

  1. Gezi sonrası halk isyanının dinamikleri, partimizin önce 2016 1. Olağanüstü Kongresi’nde saptadığı, sonra 2017 4. Kongresi'nde teyit ettiği üzere bütünüyle sönümlenmiştir. Modern küçük burjuvazinin, yarı proleter beyaz yakalıların, üniversite öğrencilerinin bir bölümünün bilincinde açılmış olan gedikler tümüyle kapanmış olmayabilir. Yarın bu katmanların kendi dışlarından başlayan bir dinamizm, bir büyük kitle hareketi bu gediklerden sızarak bunları harekete geçirebilir. Ama kendi dinamikleriyle ayağa kalkma bakımından bu katmanların radikalizmi, ardında iz bırakmayacak biçimde silinmiştir. Bu kesimde sınıf atlama beklentileri, yurt dışına yerleşme hayali, kendi özel ortamına kapanma vb. eğilimler hâkim olmuştur. Gezi kitlesi tek başına yeniden bir isyanla istibdadı yıpratma ve yenme potansiyeli göstermemektedir. Bu kesimler ancak istibdadın surlarında sınıf mücadelesiyle açılacak gediklerden yeniden kitlesel olarak mücadele alanlarına çekebilir.
  2. Gezi’nin öteki önemli bileşenleri açısından bakıldığında, kadın hareketi, saflarındaki bütün moralsizliğe rağmen hâlâ ses verebilmektedir. 2017-2018 8 Mart’larındaki kitlesel gösteriler bunun en belirgin örneğidir. OHAL koşullarında gerçekleştirilen en kitlesel eylemlerin 8 Mart gece yürüyüşleri ve 25 Kasım kadına yönelik şiddete karşı mücadele eylemleri olması, kadınların, istibdadın kolay kolay saldıramadığı önemli ve güçlü bir meşruiyete sahip olduğunu göstermektedir. Öte yandan bu eylemler kadınların mücadele dinamizmini bir sonraki güne dahi taşımamaktadır. Kadınlarda biriken öfkenin, eğlencenin öne çıktığı protestolarla soğurulmasına neden olmaktadır. Kadınların toplum nezdindeki genel meşruiyetinin emekçi sınıf karakteriyle buluşması ise muazzam bir potansiyeli açığa çıkartabilir. Emekçi kadınlar tarihsel rollerini Türkiye sınıf mücadelesinin tekil örneklerinde de göstermekte, her fırsatta en öne atılmakta ve direnişlerin öncülüğünü almakta tereddüt göstermemektedir. Bu açıdan bakıldığında emekçi kadınları mücadelenin en önüne çağıran perspektifimiz siyasal ve örgütsel boyutlarıyla geliştirilerek sürdürülmelidir.
  3. Aleviler ise Türkiye’de daima düzene muhalefete itilmiş bir ezilmiş kitle olarak bütünüyle suskun hâle gelemezler. Ama Gezi’nin bileşenlerinin hâlâ en iyi durumda olan unsurları gibi, onlar da CHP’nin (ve kısmen HDP’nin) çıkmaz koridorlarında pasif bir rol oynamaktadır. Suriye ve İran politikasının değişmesiyle istibdadın mezhepçi siyasetinin baskın tonu göreli olarak azalmıştır. Suriye savaşında Sünni zafer hayallerinin yıkılması ve Suudi Arabistan ve müttefikleriyle Katar arasındaki derin çelişki yüzünden Rabiacılığın önünün şimdilik kapanmış olması, Alevilerin Gezi dönemine nispetle bir ölçüde rahatlamasına yol açmıştır. Bu da Alevilerdeki nefsi müdafaa ruh halinin zayıflamasına neden olmuştur. Pir Sultan Abdal dernekleri yöneticilerine yapılan tutuklamalar ve bu esnada Cemevlerine yapılan baskılar dahi sokağa dökülen, kitlesel bir tepki uyandırmamıştır. Diğer yandan Aleviler dış politika manevraları ne olursa olsun istibdad rejimini kendi varlıklarına bir tehdit olarak görmeyi sürdürmektedir. Belli yönleriyle tezahürleri zayıflamış da olsa istibdada karşı pozisyonlarını belirleyen hâlâ bir nefsi müdafaa durumudur. Bu olgu Alevilere “Alevicilik” yapmadan da “istibdada karşı hürriyet”, siyasal İslamcılığa karşı proleter laiklik perspektifiyle ulaşmanın olanaklarını arttırmaktadır. Aleviler hürriyet mücadelesinde işçi sınıfının önemli bir müttefiki olma özelliğini sürdürmektedir.
  4. İşçi sınıfının müttefikleri arasında önemli bir yere sahip olan ezilen Kürt halkı açısından kitle hareketinin dinamizmini kaybetmesi ve Kürt hareketinin ulusal devrimci hareket niteliğini yitirmesi belirleyicidir. Kobani serhildanı bir bakıma Gezi ile başlayan halk isyanının devamı ve Kürt halkının Türk halk kitlelerine verdiği olumlu yanıttı. İki isyan birbiriyle bütünleşmedi. Gezi gibi, Kobani serhildanının da kendi açtığı yoldan yürüme olanakları tükenmiştir. Buradaki dinamik Gezi’den farklıdır. İlkinde bir önderlik yoktur. Her şey kendiliğinden gelişmiştir. İkincisi tam tersine bir önderliğe yanıt vererek ortaya çıkmıştır. Ama serhildan doruğundayken onu sokaktan çekilmeye çağıran önderlik daha sonra kendi kararıyla bir serhildan yaratmaya çalışınca (hendek stratejisi) halkı yanında bulamamıştır. Yalnız kalan gençlik de kentler de Kürt özgürlük mücadelesi de ağır bir yenilgi almıştır. Vaktiyle Kobani için bir milyon insan sokağa çıkmışken Demirtaş’ın tutuklanması, Afrin ve başka başlıklarda kitleler artık Kürt hareketinin çağrısına eskisi gibi karşılık vermemektedir. Tarihin devrimcilikten uzaklaşan önderlikleri cezalandırma yöntemlerinden biri, kitlelerin baskı rejimlerine boyun eğmesi olmuştur hep. Kürt siyasal önderliğinin emperyalizmle ittifak stratejisi sadece onun siyasal olarak gericileşmesine yol açmamakta aynı zamanda önderliğin emperyalistlere duyduğu güveni halktan esirgemesi, Kürt ezilenlerinin de önderliğe olan güvensizliği ve bu önderlik altında mücadele etmeye isteksizliğine neden olmaktadır.

“Sivil 12 Mart”tan yarı-askeri rejime: Rabiacı istibdadın evrimi ve faşizm tehlikesi

  1. Devrimci İşçi Partisi 3. Kongresi Türkiye’nin Lenin’in kavramıyla sistemin bütün çelişkilerinin her an patlamaya hazır hale geldiği ve devrimin koşullarının derinden derine hazırlanmakta olduğu anlamında bir devrim öncesi dönemden geçtiğini tespit etmiş, 1. Olağanüstü Kongre ve 4. Kongre bu analizi güncelleştirerek derinleştirmiştir. DİP Merkez Komitesi 2018 yılı 2. toplantısında burjuvazinin saflarındaki çelişkiler açısından istibdadın önemli mevziler elde ettiğini, emekçi ve ezilen sınıflar açısından mücadele dinamiklerinin potansiyel olarak kendini korumakla birlikte önderlik krizinin öne çıktığını belirterek şu değerlendirmede bulunmuştur: “Gelişmelere bağlı olarak devrim öncesi durumun kapanması da devrimci duruma doğru ilerlemesi de olasılıklar dâhilindedir.”
  1. 2018 yılı Haziran ayından başlayarak devrimin nesnel ve öznel koşullarını doğrudan ilgilendiren iki önemli gelişme yaşanmıştır. Nesnel koşullar açısından ekonomik krizin, Türk Lirası'nın hızla değer kaybetmesiyle kendini göstermeye başlaması son derece önemlidir. Krizin giderek derinleşeceğini ekonomik daralma ve işsizlikle beraber, burjuvazi ve proletarya arasında sınıf mücadelelerin keskinleşeceğini güçlü bir olasılık olarak öngörmek mümkündür. Öte yandan 24 Haziran seçimleri ile birlikte Rabiacı istibdad rejimi güçlü bir tahkimat yapma olanağı bulmuştur. Erdoğan’ın Sünni İslam âleminin liderliğine soyunan Rabiacı yönelişi, İslamcı burjuvazinin çok ötesinde bir destek bulmaktadır. Türkiye tekelci büyük sermayesine yayılmacı birtakım umutlar pompalamakta, en önemlisi de enerji havzalarında hâkimiyet kurma vaadi sunmaktadır. Türkiye burjuvazisinin tarihsel çıkarlarını yansıtan bu vaadin Batıcı-laik burjuvazide karşılık bulduğu, ayrıca TÜSİAD’ın eski başkanı ve şu anda Yüksek İstişare Konseyi Başkanı olan Tuncay Özilhan’ın bir TÜSİAD toplantısında yaptığı “güçlü adam” ve “liberalizmin iflası” temalı bir konuşmada görüldüğü gibi bunun ideolojik altyapısının da oluşturulmasına doğru ilk adımlar atılmaktadır.
  1. 15 Temmuz’dan sonra “sivil 12 Mart dönemi” olarak tanımlanabilecek istikrarsızlığın ve cuntalar savaşının hâkim olduğu bir ikili iktidar süreci yaşayan hâkim sınıfların, 24 Haziran’dan sonra devlet idaresinde Erdoğan ve çevresi ile ordunun üst kademesi ve eski kontrgerilla artıklarının bir koalisyonunu kurmuş olduğu gözükmektedir. Bu süreç boyunca devletin silahlı çekirdeğini oluşturan asker ve polis içinde yapılan temizlik harekâtları ise aşağıdan yukarı gelişebilecek merkezkaç eğilimleri de daha fazla kontrol altında tutma olanağı yaratmıştır. Artık Rabiacılık’ın dört parmağı yalnızca Sünni İslam dünyasına liderlik yapmayı değil aynı zamanda iktidarın asker-polis-kontrgerilla ve ortaklarının “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” anlayışını da ifade etmektedir. Ayrıca bu yapı dışarıdan MHP faşizminin aktif desteğini almaktadır.
  1. İktidar cephesindeki tahkimatla güçlenen Rabiacı istibdadı Erdoğan’ın mutlak hâkimiyeti olarak görmek yanlıştır. Tersine Erdoğan’ın devletin silahlı çelik çekirdeği üzerindeki etkisi büyük oranda sınırlanmış durumdadır. Yasal mevzuat cumhurbaşkanına 5-10 yıl içinde tüm ordu ve polisin yapısını istediği gibi değiştirme ve dönüştürme olanağı sunmaktadır. Ancak bu alanlarda kâğıt üzerindeki yasalar değil, silahlı güçler belirleyici durumdadır. Örneğin Milli Savunma Bakanı’nın eski genelkurmay başkanlarından seçilmesinin yazılı olmayan bir yasa olduğu yeni bir süreç başlamıştır. Jandarma ve polis İçişleri Bakanlığı’nın kontrolündedir. Ancak bu bakanlık da Erdoğan’a ve partisi AKP’den çok kontrgerillanın simge ismi Mehmet Ağar’a bağlılık gösteren Soylu’ya emanet edilmiştir. Soylu’nun Erdoğan’ın en yakınında olan damadı ile çelişkisi ve buna rağmen koltuğunu koruması önemli bir işaret olarak okunmalıdır. Dolayısıyla tek adam rejiminin askeri vesayeti ortadan kaldırdığı ve halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanının yürütmeyi tek elde topladığı iddiası tamamen bir aldatmacadır. Türkiye askeri vesayetten kurtulmadığı gibi yeni yapı özel bir tür yarı-askeri rejim hüviyetindedir.
  1. Yeni rejimin iktidar ortaklarından birinin faşist MHP olması ciddiye alınması gereken bir olgudur. Rabiacı istibdadın parçalı ve çelişkili yapısının olası bir çözülmeye uğraması halinde faşist seçenek gerçek bir iktidar alternatifine dönüşebilir. Ülkü Ocakları hâlâ faşizmin gereği olan paramiliter güçlerin potansiyel örgütlü yatağı konumundadır. AKP, daha önceden gelen denemeleri de olmakla birlikte esas olarak 15 Temmuz deneyiminden sonra tabanını silahlandırmak ve çeşitli silahlı milis grupları kurmak için harekete geçmiştir. Bugün partinin yeminli taraftarlarının bireysel düzeyde ciddi bir silahlanma içinde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca, Kürt Hizbullah’ı geleneğinin güçlü biçimde sürdüğü, 6-12 Ekim 2014 Kürt serhildanının bu akım tarafından bir Kürt iç savaşına, deyim yerindeyse 15 Temmuz’a paralel olarak Kürtlerin 24 saatlik iç savaşına dönüştürülmesiyle tescil olmuştur. Nihayet, AKP’nin Suriye sınırları içinde başvurabileceği çok güçlü, savaş deneyimi yaşamış bir rezervi vardır. ÖSO ilişkisi, Nureddin Zengi Tugayı, İdlib’de hükümetin himayesine giren gruplar vb. günü gelince olası bir iç savaşın destek kuvvetleri olarak ciddi bir askeri kapasiteye dönüştürülmeye müsaittir. Buna karşılık, ülkenin batısında, yani coğrafi açıdan büyük çoğunluğunda, yaygın bireysel silahlanmaya rağmen AKP sağlam bir milis örgütlenmesine gidememiş gibi görünmektedir. Osmanlı Ocakları gibi oluşumlar hızla mafyalaşmış ve Ülkü Ocakları’nın yerini alamayacağını göstermiştir. İBDA-C ve benzeri siyasal İslamcı örgütler ise ordunun üst kademesiyle ikili iktidarın bir koalisyona dönüşmesiyle birlikte ikinci plana atılmış ve kontrol altına alınmıştır. Bir dizi cemaate yapılan operasyonlar bu yapıların da çizgi dışına çıktığında aynı akıbetle karşılaşabileceğini göstermektedir. Sadat türü yapılar ise TSK’nın ezici gücü karşısında alternatif ve bağımsız bir güç oluşturmaktan uzaktır. Ancak faşist MHP geçtiğimiz süre boyunca örgütlü unsurlarını korumanın yanında tüm bu yapılarla da dirsek teması içine girmiştir. Bir silahlı mücadele başladığı takdirde, örgütlü milisin dağınık silahtan ne kadar daha etkili olduğu görülecektir. MHP’nin ordu içindeki etkisi de azımsanmamalıdır. Bahçeli adeta ordunun sözcüsü olarak hareket etmiş ve yarı-askeri rejimin kurulmasında kilit rol oynamıştır. Türkiye’de istibdadın faşistleşmesi söz konusu olacaksa bu sürecin içinde faşist MHP’nin bulunması en büyük olasılıktır. 24 Haziran seçimlerinde faşist gelenekten gelen partilerin toplam oyunun, geleneğin bütün tarihi boyunca en yüksek düzeyine (yüzde 21) yükseldiği ve İyi Parti içindeki sarsıntının daha şimdiden MHP’ye bir göçü başlattığı göz önüne alınırsa, faşizmin bugünkü gücünün daha da pekişebileceği hesaba katılmalıdır.
  1. İstibdad cephesindeki bu tahkimatın ekonomik kriz koşullarında ne kadar dayanacağı ise bilinemez. İstibdadın güçlü görünen yanları bir anda en zayıf noktası haline gelebilir. Rabiacı istibdadın bünyesinde birleştirdiği İslamcılık ve milliyetçilik, Rabiacı koalisyonun kader birliği etmiş gözüken asker ve sivil kanatları bir anda büyük bir hesaplaşmanın tarafları haline gelebilir. Böylesi bir büyük hesaplaşmanın sivil biçimler almak zorunda olmadığını biliyoruz. Ekonomik krizin, dış politika krizleriyle iç içe geçtiği (bu krizler diplomatik ya da askeri boyut taşıyabilir) durumlarda fay hatlarını kıracak bir enerji doğması mümkündür.
  1. Türkiye siyasetinin yaratma potansiyeli taşıdığı depremlerin devrimci sonuçlar doğurması esas olarak emekçi sınıflar safındaki öznel koşulların durumuna bağlıdır. Proletarya açısından hâkim sınıfların bağrında yaşanacak bir saflaşma ve hesaplaşma karşısında proletaryanın ve emekçi halkın kendi bağımsız cephesini açmasına elverişli öznel koşullar yoktur. 3. Kongre’nin saptadığı, 4. Kongre’nin teyit ettiği devrim öncesi durum, genel nesnel durumun Türkiye ve dünya çapında patlayıcı karakterine, Türkiye’de üst üste büyük halk hareketleri yaşanmasına ve bu halk hareketlerini sarmalayan belirli çevre koşullarına yaslanıyordu. İlk faktör kuşkusuz devam etmektedir. Üçüncü faktörün unsurları kapitalizmin derin krizler ve bir geçiş çağı yaşadığı dönemlerde olduğu gibi gelgitli (ihtilaçlı, spazmodik) bir seyir göstermektedir. Ancak bir devrim beklentisi açısından belirleyici olan ikinci faktör köklü biçimde değişiklik göstermiştir. Yukarıda işçi hareketi ve işçi sınıfının müttefikleri hakkında söylenenler, emekçi ve ezilen halk kitlelerinde 2015, hatta 2017 başına göre çok ciddi bir gerileme olduğunu ortaya koyuyor. Bu açıdan Türkiye’de “devrim öncesi durum"un kapandığı söylenmelidir. Belirli koşullar (ekonomik krizin bir sınıf mücadelesi dalgasına yol açması, dünya çapında altüst oluşlar, Türkiye’de halk kitlelerinin cesaretini arttıracak uluslararası ve/veya bölgesel isyan, ayaklanma, devrimler ve burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin patlamalı biçimler alması olasılığı) durumu hızla tersine çevirebilir. Türkiye konjonktürü, hâlâ istibdadın sağlamlaşmış bir iktidar yapısı kurduğu bir aşamaya ulaşmamıştır. İstikrarsızlık aniden devrimci potansiyel taşıyan bir atılımı kışkırtabilir. İşçi sınıfı içinde mevzilenme konusundaki ısrar, Türkiye’de sadece süreci devrimci bir doğrultuya çevirmek açısından değil gerici alternatiflere karşı direncin arttırılması açısından da mutlak bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

Birleşik işçi cephesi ve sosyalist odak

  1. Siyasal alanda reformist ya da devrimci anlamda bir işçi sınıfı odağı yoktur. Türkiye’de tarihsel olarak reformist işçi partisi niteliğinde bir sosyal demokrat parti hiç olmamıştır. Bugün de yoktur. Türkiye’de reformist bir kitlesel işçi sınıfı partisi inşa edilmesi şansı da yoktur. İşçi sınıfı partisi ya devrimci olacaktır ya da hiç olmayacaktır. DİP’in bu doğrultudaki yönelişinin merkezinde doğrusal inşa stratejisi vardır. Yani partimiz, kadro birikimini geliştirerek, işçi sınıfının öncüsünü örgütleyerek ve emekçi halk içinde kökleşip kitleselleşerek işçi sınıfının öncü partisini inşa etmektedir.
  1. Öte yandan hem parti inşasında hem de işçi sınıfının iktidar mücadelesinde birleşik cephe taktikleri önemli bir yer tutar. Türkiye’de işçi sınıfı içinde kökleşmiş ve organik bağlar kurmuş siyasal öznelerin yokluğunda birleşik işçi cephesi taktiğinin esas olarak sendikal alanda karşılık bulması kaçınılmazdır. Birleşik işçi cephesi politikasının amacı proletaryayı sınıfsal çıkarları etrafında sendikal alandan başlayarak yan yana getirmek ve siyasette sınıfsal bir odak oluşturmaktır. Bu, iki açıdan son derece önemlidir. Birincisi istibdadın Rabiacı kanadının ve faşist müttefiklerinin emekçi kitleler üzerindeki hegemonyasının kırılmasıdır. İkincisi Amerikan muhalefetine yedeklenme tehlikesine düşmeden bağımsız bir sınıf siyasetinin inşasıdır. Her iki amaç için de birleşik işçi cephesi Devrimci İşçi Partisi’nin içinde siyaset yürüteceği en verimli ve uygun ortamı sunacaktır.
  1. Bu doğrultuda sınıfın kazanılmış haklarını koruma refleksinin sendikal düzeyde en geniş örgütsel ifadesi konfederasyon farkı olmaksızın eylem birlikteliğinin sağlanmasıdır. Bu doğrultuda yapılacak propaganda ve ajitasyon sadece sendikaların tabanına yönelik çağrılardan ibaret olamaz. Hak-İş’in Erdoğan ve AKP ile organik ilişkisi de Türk-İş’in işbirlikçi tutumu da bu sendikalara eylem birliği için çağrıda bulunma gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Hak-İş ve Türk-İş yöneticilerine yapılacak çağrı onlara güven duyduğumuz için değil tam tersine onlar tümüyle güvenilmez olduklarındandır. Birlik çağrısı tabandan gelen basınçla bürokrasiyi ortak hareket etmeye zorlamak, bu olmadığında teşhir ederek koşullar uygun olduğunda alaşağı etmek içindir. DİSK’in tek başına sınıfın kazanımlarını koruyacak bir gücü yoktur. Siyasi olarak da sınıfın bağımsız çıkarlarını temsil etmekten uzaktır ve CHP ve bir ölçüde de HDP aracılığıyla Amerikan muhalefetinin, Ebert Vakfı ve Avrupa sosyal-demokrasisi ile ilişkileri dolayısıyla da Avrupa emperyalizminin etkisi altındadır. Dolayısıyla DİSK’in kendisini sol ve mücadeleci bir sendika olarak gösterip eylem birliğinden uzak durması ilerici değil gerici bir öz taşımaktadır. Yine de DİSK bu alandaki politikamız açısından özel bir yerde durmaktadır. DİSK’in tarihi kazanımları, bürokrasiyi tabandan gelen baskıya çok daha açık hale getirmektedir.
  1. DİSK’in KESK, TMMOB ve TTB ile oluşturduğu dörtlü blok sınıfsal olarak Amerikan muhalefetinin hegemonyası altında bulunan işçi sınıfı ve kamu emekçileri ile modern kentsel küçük burjuvazinin (TTB, TMMOB’nin yanı sıra bazı Baro ve Eczacı odaları) sol kanadının buluştuğu bir platformdur. Bu platformun birleşik işçi cephesinin yerini alması mümkün değildir ve yanlıştır. Birleşik işçi cephesinin önünde bir engel olduğu ölçüde de aşılması gerekmektedir. Bunun için sınıfsal temelde bir sosyalist odağın inşası ve bu alana ortak müdahale kanallarının geliştirilmesi önemlidir. Bağımsız bir sosyalist odak inşası bu çerçevede değerlendirilmelidir. İktidar mücadelesi veren devrimci bir parti için proletaryanın ulus üzerinde hegemonyasını kurması elzemdir ve bu doğrultuda modern küçük burjuvazinin önemi ortadadır. Bağımsız sosyalist odak yönelişi birleşik işçi cephesi politikasıyla bu bağlamda örtüşmektedir. Aksi takdirde sosyalistlerin birliği ne devrimci partinin ne de birleşik işçi cephesinin yerine ikame edilebilir. Öte yandan sosyalistlerin burjuvazi ve emperyalizmin etki alanından çıkarak bir odak oluşturmasının istibdada karşı hürriyet cephesinin bir bütün olarak Amerikan muhalefetinin himayesinden kopartılması için önemi ortadadır. Ayrıca böyle bir odak proletaryanın öncüsüne ulaşmak açısından da daha elverişli koşullar oluşturabilecektir.

Zincirleri kırmak: anti-emperyalist ve anti-Siyonist mücadele

  1. Devrimci İşçi Partisi’nin siyasal yönelişinde anti-emperyalist ve anti-Siyonist mücadele, vurgulu ve merkezi bir yerde olmayı sürdürecektir. Bunun başlıca sebebi Türkiye siyasetinin dünya siyasetinden bağımsız şekilde kurgulanamayacak olmasıdır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın, somut bir olasılık olarak ufukta belirdiği bir dünya konjonktürü söz konusudur. ABD emperyalizmi ve başta İsrail olmak üzere müttefiklerinin saldırganlığı bu savaşın merkezinde yer almaktadır. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmakla birlikte NATO üyesi olma sıfatı ve emperyalist üslere ev sahipliği yapmasıyla emperyalist gericiliğin ortağı konumundadır. Ayrıca Rabiacı istibdad, Ortadoğu’da İsrail’in meşruiyetini devlet siyaseti olarak kabul etmesi ve Arap milliyetçiliği ve Hamas benzeri direniş odaklarıyla Siyonizm arasında tampon rolü oynaması dolayısıyla, emperyalizme ve Siyonizme son derece özgün bir hizmet sunmaktadır. Emperyalizmle açık ortaklığı ve Siyonizmle görünmez bağları zayıflatmak ve giderek kopartmak, sadece Türkiye’nin emekçi sınıflarının değil aynı zamanda dünya proletaryasının ve emperyalist saldırganlığa muhatap olan tüm halkların çıkarınadır. Enternasyonalist devrimci bir parti olarak DİP bu bilinçle Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını, emperyalist üslerin kapatılmasını, İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesini en kararlı şekilde savunmaya devam edecektir.
  1. Emperyalizm ve Siyonizmle bölge halkları karşı karşıya geldiğinde tutumumuz dün olduğu gibi bugün de eleştiriyle sınırlı kalmayacaktır. Emperyalizmin ve Siyonizmin saldırısına maruz kalan her kim olursa olsun tutumumuz emperyalist-Siyonist saldırganın yenilgisini sağlamak doğrultusunda olacaktır. Örneğin, İran’a ambargo söz konusu olduğunda tutumumuz sadece “ambargo bizi bağlamaz”dan ibaret olmayacak ikiyüzlü istibdadın aksine pozisyonumuz ikirciksiz biçimde ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi karşısında İran’ın savunulması doğrultusunda olacaktır. Bu pozisyonumuz İran’daki İslamcı istibdada politik desteği asla içermeyecek ve İran halkının ekmek ve hürriyet mücadelesine desteğimiz sürecektir.
  1. Anti-emperyalist mücadelenin diğer önemli boyutu ise Türkiye üzerindeki emperyalist zincirlerin kırılmasıdır. Zira Türkiye sadece emperyalizmin bir ortağı değildir, aynı zamanda onun boyunduruğu altındadır. Emperyalizmin mali, siyasi ve ekonomik zincirlerini kırmak için mücadele, siyasetimizin asli bir unsurudur. Bu mücadele hedef olarak ABD emperyalizminin yanı sıra Avrupa emperyalizmini de kapsamakta, Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden çıkması ve bir emperyalist odak olan AB’ye aday üyelik sürecinin sonlandırılması öne çıkmaktadır. Dolayısıyla istibdadın emperyalistlerle çelişkilerinde bir odakla diğeri arasında manevra yapmasının ABD’ye karşı Avrupa kartını oynamasının ve tersinin en ufak bir ilerici yönü yoktur. Partimiz bu gerçekliğin teşhirini yapacak ve emperyalist odaklar arası manevra siyasetine karşı emperyalist ülkelerin emekçileriyle bu ülkelerin emperyalist hükümetlerine karşı dayanışma siyasetini öne çıkaracaktır.

Zincirleri kırmak: Kurucu Meclis ve işçi emekçi hükümeti

  1. Rabiacı istibdadın inşası 16 Nisan referandumu ve ardından 24 Haziran seçimleriyle meclisin fiilen tasfiye edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu oylamaların istibdad lehine sonuçlanması seçim süreçlerinin gayri meşru yöntemlerle manipülasyonu ve halk iradesinin gasp edilmesiyle gerçekleşmiştir. Türkiye, 7 Haziran’dan bugüne, hayalet seçim, mühürsüz referandum ve muhtıralı seçimle gelmiştir. Varılan yerde artık meclisin içi boşaltılmış, fiilen tasfiye edilmiş durumdadır. Burjuva demokrasisi kriterleri açısından bile halk iradesinin boyunduruk altına alınmış olduğu bir istibdad rejimi tesis edilmiştir. İstibdad rejimi altında dahi yasal mücadele olanakları mevcuttur ve sonuna kadar kullanılmalıdır. Ancak inşa edilen bu siyasal yapı, Türkiye’nin burjuva demokrasisi doğrultusunda bir dönüşüm yaşamasına imkân vermeyecektir. Bu gelişme sürecini 16 Nisan’a giden süreçte öngören ve referandumun ardından Zincirsiz Kurucu Meclis şiarını yükselten partimizin siyaseti doğru ve geçerlidir.
  1. Burjuva demokrasisi doğrultusundaki her talebin mantıki sonucu bir Kurucu Meclis’le Türkiye’nin yeniden kurulmasıdır. Bir Kurucu Meclis, ancak ülkenin emekçi sınıflara yaslanan devrimci dinamiklerinin ürünü olabilir ve gelişimi içinde bu devrimci dinamiklerin kurucu meclisi aşacak bir düzeye ulaşmasının önünü açabilir. Zincirsiz Kurucu Meclis yönelişi bu perspektife dayanmaktadır. Partimizin kurucu meclis önerisini darbe dönemlerinde görülen ve çeşitli adlar taşıyan sözde “kurucu meclis”ler ile karıştırmamak gerekir. İstibdada karşı hürriyet mücadelesinin siyasal talebi bir Kurucu Meclis’tir. Ancak hürriyet mücadelesi tek başına Türkiye toplumunun önündeki tüm sorunların çözümünü sağlayamaz. Ekonomik ve siyasal alanda burjuvazinin çözümsüzlüğünün karşısında işçi sınıfının devrimci programı söz konusudur. Bu programın siyasal aracı bir işçi emekçi hükümeti olmak zorundadır. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasal krizinin bağlandığı yer işçi sınıfı iktidarıdır. Devrimci İşçi Partisi’nin tüm siyaseti de işçi sınıfı iktidarına bağlanmaktadır. Zincirsiz Kurucu Meclis ve işçi emekçi hükümeti şiarları bu bağlamda burjuva demokratik taleplerin proletarya tarafından üstlenilmesini öngören sürekli devrim perspektifi içinde bir bütün oluşturmaktadır.