DİP I. Olağanüstü Kongre Belgeleri (4): Türkiye kararı: Türkiye'de siyasal durum ve görevlerimiz
Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz, çeşitli belgelerini yayınladığımız Devrimci İşçi Partisi'nin I. Olağanüstü Kongresi'nin kararlarından, üzerinde yaşadığımız ve devrim yapmak üzere mücadele verdiğimiz toprakların siyasi durumuna ilişkin kararı aşağıda yayınlıyoruz.
1. Devrimci İşçi Partisi 3. Kongresi, 2012-2014 yılları arasında, sadece bir yıl arayla iki halk isyanının, devasa bir yolsuzluk sarsıntısının yaşandığı, Türkiye'nin Ortadoğu'da sıcak savaşın eşiğine geldiği olağanüstü bir dönemin devam etmekte olduğunu tespit etmişti. 2015 yılının tüm gelişmeleri bu tespite son derece uygun biçimde olağanüstü bir seyir izledi. 7 Haziran seçimlerinde AKP en büyük siyasi yenilgilerinden birini aldı, meclis çoğunluğunu yitirdi. Kürt siyasi hareketinin merkezinde yer aldığı HDP aynı gelenekten partiler içinde ilk defa yüzde 10 barajını aşarak meclise girdi. AKP seçimi kaybettiği halde iktidarı bırakmadı. 2013 Newroz'undan bu yana süren çatışmasızlık süreci sona erdirilerek Kürt savaşı yeniden başladı. DAİŞ bu savaşta önce Diyarbakır, sonra Suruç, sonra da Ankara katliamları ile bilfiil AKP ve devlet safında yer aldı. AKP parlamentoyu uzun süre koalisyon görüşmeleriyle oyaladıktan sonra savaşı yükselterek ve şovenizmi alabildiğine kışkırtarak, 1 Kasım'da yeni bir seçimi dayattı. Bu seçime de cumhuriyet tarihinde ilk defa uygulanan biçimde anayasal bir seçim hükümetiyle gidildi. İlk defa yüzde 10 barajını aşan HDP, bu seçim hükümetinde iki bakanla temsil edildi. Bu bakanlar adeta mobbing (bezdiri, yıldırma) uygulanarak istifa ettirildi. Ağustos ayında Şırnak Halk Meclisi'nin öz yönetim ilanının ardından, birbiri peşi sıra Kürt ilçelerinde öz yönetim ilan edildi. Kürt yoksul halkı ve gençliği hendek ve barikatlarla öz yönetim ilanını öz savunma ile birleştirdi. Devlet Türkiye tarihinde ilk defa olağanüstü hal ya da sıkıyönetim ilan etmeksizin valilik kararlarıyla ilan edilen sokağa çıkma yasaklarıyla bu bölgelere yönelik bir kuşatma savaşına başladı. 1 Kasım'da öz yönetim bölgelerinde hendek ve barikatlarla çevrili mahallelerdeki sandıklar, yakın mahallelere taşınmak suretiyle ancak buralarda oy kullanılabildi. 1 Kasım'a DAİŞ'in AKP'nin gözetiminde Türkiye tarihinin en kanlı saldırısını gerçekleştirdiği 10 Ekim Ankara katliamının gölgesinde HDP'nin hiçbir miting yapamadığı bir ortamda gidildi. Devlet televizyonu başta olmak üzere basının tek yanlı olarak AKP'ye destek verdiği, AKP'nin muhalif basın kuruluşlarından Gülen cemaatine yakın olanlarına seçimden bir hafta önce kayyum vasıtasıyla el koyduğu bir ortamda gidilen 1 Kasım gerçek bir seçim olma özelliğini yitirdi. Bir seçimden çok basit bir oylamaya dönüşen 1 Kasım'ın ardından AKP tekrardan tek başına iktidar olacak çoğunluğa kavuştu. Tüm bu olağanüstü gelişmeler sadece beş ay içerisinde oldu.
2. 1 Kasım'ı takip eden dönem de AKP'nin elde ettiği iktidar gücünü sonuna kadar kullandığı ve özellikle de Suriye başta olmak üzere Ortadoğu'da savaşın içine giderek daha fazla dâhil olduğu bir süreç olarak yaşandı. Olağanüstülükler devam etti. İlk defa bir Rus uçağı Türkiye jetleri tarafından Suriye sınırında düşürüldü. Rusya ile yaşanan kriz, Rusya'nın Suriye'deki varlığını güçlendirmesiyle, Türkiye'nin ise Suriye'ye müdahale bakımından ciddi engellerle karşılaşmasıyla sonuçlandı. PYD öncülüğündeki askeri güçler, Türkiye'nin kırmızı çizgi olarak gördüğü Cerablus bölgesine girerek DAİŞ'i geriletmeye başladı. Türkiye Musul'un Başika bölgesindeki eğitim kampını koruma adı altında sınır ötesine tanklarını gönderdi. Merkezi Irak hükümetinin sert tepkisi ve ABD yönetiminin Obama düzeyinde bu tepkinin arkasında durması sonucu zor duruma düştü. Yine bu kısa zaman zarfında Suudi Arabistan ve Katar'la Sünni mezhepçi ekseni güçlendirdi. (Böylece geçen kongrede AKP’nin zayıflamasının unsurlarını sayarken ileri sürdüğümüz “Arap ülkelerinin hemen hemen hepsini yitirdi” iddiasının biraz erken ulaşılmış bir sonuç olduğu ortaya çıkmış oldu.) Türkiye İsrail ile Filistin'in gazını çalmak ve Ortadoğu'da mezhep savaşını kızıştırmak temelinde yeni bir ittifak sürecine girdi. Mısır'la ilişkilerin tekrar normalleşmesi, aynı mezhepçi eksende ve Suudi rejiminin araya girmesiyle gündeme geldi. Yine tüm bu olağanüstü gelişmeler de 1 Kasım oylamasını takip eden bir kaç ay içerisinde gerçekleşti. Ayrıntısına girmeden sıraladığımız tüm bu gelişmeler bile 3. Kongre’nin olağanüstü dönemin devam ettiği tespitinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamıştır.
Türkiye'de devrim öncesi dönem tespiti geçerlidir
3. Türkiye'de yaşanan olağanüstü süreçler yine DİP 3. Kongresi tarafından öne sürülmüş olan devrim öncesi dönemin bir sonucudur. 3. Kongre'ye referansla bir kez daha belirtelim: "Türkiye bir devrim öncesi dönemden geçiyor. Bunun anlamı, yarın devrim olacağı değildir. Bir devrimin koşullarının derinden derine hazırlanmakta olduğudur." Arka planında kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizi olan Üçüncü Büyük Depresyon'un ve 2011 yılında Tunus ve Mısır devrimleriyle başlayan Üçüncü Dünya Devrimi sürecinin bulunduğu, isyanların havzası Akdeniz ile yükselen barbarlığın coğrafyası Ortadoğu'nun kesişim noktasında derinden derine oluşan koşullardan bahsediyoruz. İşte bu derinden derine hazırlanmakta olan koşullardır ki iki sene içinde (Mayıs 2013-Mayıs 2015) iki halk isyanını, Gezi isyanını ve Kobani Serhildanını yaratmış, on binlerce işçiyi kapsayan büyük fili metal grevlerine zemin olmuş ve 12 Eylül'den sonra ilk defa merkez sol haricinde içinde Kürt hareketinin merkezi rol oynadığı ve sosyalistlerin önemli ölçüde katılım sağladığı HDP'nin hem 7 Haziran'da hem de 1 Kasım'da yüzde 10 barajının üstüne çıkmasını sağlamıştır.
4. Ne var ki, 3. Kongre’den bu yana geçen süre içinde, partimizin “devrim öncesi durum” nitelemesine gerekçe olan gelişmelerden bazılarında önemli değişiklikler olmuştur. Bunların başında, Gezi ile başlayan halk isyanının etkisinin artık bayağı bayağı kaybolmaya yüz tutmuş olması vardır. Öyle görünüyor ki, Gezi’nin son büyük pratik etkisi 7 Haziran seçimlerinde “beyaz Türkler”in kitleler hâlinde HDP’ye oy vermelerine yol açmış olması olacaktır. Elbette yerel etkiler önemli olmaya devam edebilir (örneğin ODTÜ bağlamında). Ama plaza çalışanlarının, beyaz yakalıların ve öğrencilerin durgunluğa geri dönmekte olduğu, 10 Ekim Ankara katliamı sonrasında üniversitelerde ve sokakta tepkilerin zayıf olmasından da görülmektedir. Devrim öncesi durum tespitimizde ikinci önemli nokta Türkiye’deki isyanların Üçüncü Dünya Devrimi ile aynı döneme rastlamasıydı. Bu, Türkiye’yi de harekete geçiren bir kırbaç oluyordu. Oysa bu devrimin ilk evresi Mısır’da Bonapartizmin zaferi, Tunus’ta AB çözümünün devrimin önünü kapatması, Türkiye’de Gezi’nin duralaması ve Brezilya’da hareketin dağılması sonucunda kapanmıştır. Bunun dışındaki faktörler (Üçüncü Büyük Depresyon’un Avrupa’yı sarsması, Ortadoğu’daki büyük çalkantı, Kürt mücadelesindeki atılım, Tayyip Erdoğan faktörü) devam etmektedir, hatta bazıları güçlenmiştir. Öyleyse, “devrim öncesi durum” devam etmektedir, ama belirli bir zayıflama ile birlikte. Gelecekte gözlerimizi somut gerçeklikten hiç ayırmadan bütün faktörlerde ortaya çıkabilecek değişimleri hesaplamalı ve yeni bir durum doğmuş olup olmadığını saptamalıyız. Bizim bütün görüşlerimiz devrimin ve mücadelenin çıkarlarına en uygun yöntemleri uygulamak için hakikati olduğu gibi saptamaya yöneliktir, dogmatizmden ve savunmacılıktan uzak durmalıyız.
5. Üçüncü Büyük Depresyon, başladığı anda Erdoğan'ın veciz "teğet geçti" sözünün aksine Türkiye'yi derinden sarsmış 2001 krizinden daha büyük bir daralmaya sebep olmuştur. Ancak emperyalist kapitalizmin merkezindeki ülkeler bu krizle muazzam bir parasal genişleme yoluyla başa çıkmaya yönelince, Türkiye ile birlikte bir dizi gelişmekte olan ülkeye sıcak para akışı sağlanmış ve krizin etkilerinin görülmesi ötelenmiştir. Ne var ki artık yolun sonuna gelinmektedir. Parasal genişleme kapitalizmin merkezinde beklenen ekonomik büyümeyi sağlayamamış, tersine büyük bir varlık enflasyonu baskısını (yani hisse senedi borsalarında balonu) beraberinde getirmiştir. Artık başta ABD olmak üzere kapitalist merkezler para politikalarını sıkılaştırma eğilimindedir. Devasa nüfusu ve iç pazarıyla dünya ekonomisinin lokomotifi olan Çin de ciddi bir duraklama içine girmiştir. Petrol fiyatlarının önlenemez düşüşü petrol ihraççısı ülkelerin ekonomilerini tehdit ederken bu durum, günümüze kadar petrol ihraç eden ülkelerin elde ettiği serveti sıcak para olarak kendine çekerek durumu idare eden Türkiye ekonomisini de sıkıştırmaktadır. Türkiye ekonomisinin spekülatif yıldızı olan inşaat sektöründeki balon patlamak üzeredir. 1 milyon konut fazlası bankaların konut kredilerine yüklenmesi ve batmaya yüz tutmuş inşaat şirketlerine devlet tarafından koltuk çıkılmasıyla idare edilmektedir. Yatırımlar azalmaya devam etmektedir. Özel sektör borçluluğu had safhadadır. Büyüme gerilemesine rağmen cari açık yüksek düzeylerde seyretmektedir. Tüm bunlar hem finans hem de üretim alanlarında ciddi kriz dinamikleri olarak karşımızda durmaktadır. Uluslararası kriz dinamiklerinin ulusal düzeyde yansımasını bulmaya başlaması sınıf mücadelelerine daha da büyük bir itilim vermesi olasılığı dolayısıyla devrim öncesi durum tespitinin geçerliliğini kuvvetlendirmektedir.
6. Dünya ekonomisi şayet beklenebileceği gibi çok derin bir durgunluğa maruz kalırsa, dünyanın başka ülkelerinde olabileceği gibi, Türkiye’de de küreselci ve neoliberal doğrultuya aykırı düşen, ulusal vurgusu artan, devleti daha faal hale getiren, piyasalara daha müdahaleci bir ekonomi politikasının AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın gündemine girmesi bir olasılık olarak göz önüne alınmalıdır. 2016 yılı Çin borsalarındaki sarsıntının bütün dünyaya yayılarak bu tür bir durgunluğun ortaya çıkmasının olası olduğunu gösteren bir dizi gelişmeyle başladı. Bu gerçekleşirse, nesnel durum Brezilya ya da Türkiye gibi ülkelerin daha ulusal, daha devletçi politikalara yönelmesini gerektirebilir. Türkiye’de buna uyacak öznel koşullar da birikmekte. ABD ile Tayyip Erdoğan’ın politikaları arasındaki uyuşmazlıklar bağlamında “faiz lobisi” can simidinin, “Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen çevreler” söyleminin bu tür daha milliyetçi bir dönüşle tutarlı olacağını düşünmek mümkündür. Ek olarak, buna yatkın bir kadronun (son dönemde bir ölçüde arka plana düşmüş olsa da Yiğit Bulut ve fikir arkadaşları) belirli bir hazırlık içine girmiş olduğu duyumları da mevcut. Küreselci politikalardan bu tür bir uzaklaşma, halka hem anti-emperyalist, hem de hatta burjuvazinin çıkarları ile çelişen bir politika gibi yutturulmaya çalışılacaktır. Ekonomik krizin bu evresinde, sarsıcı sınıf mücadeleleri olmaksızın, “Keynesçi” denilen türden, işçi ve emekçilere kazanımlar getiren bir politika yönelişi olanaklı değildir. Tam tersine, bu yöneliş, kriz koşullarında yükün işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına bindirilmesi amacıyla birçok hak ve mevziye saldırılarla el ele gidecektir. Ama işçi hareketi içinde AKP’nin bürosu gibi çalışan örgütler ve AKP hegemonyasını kabul etmiş olan bir Türk-İş’in varlığı, sınıfta bir yanılsama yaratılması doğrultusunda önemli aktarma kayışları rolünü üstlenecektir. Böyle bir gelişme ortaya çıktığı takdirde, kitlelerde bu tür yanılsamalara karşı mücadele etmek, partinin ana görevlerinden biri hâline gelecektir.
7. Bir devrim öncesi dönemde olmamız, siyasal gelişmelerin hiçbir iniş çıkış göstermeden bizi devrime götüreceği anlamını taşımadığı gibi karşı-devrimin, gericiliğin ve barbarlığın türlü biçimlerinin de bu dönemin bir parçası olmasıyla çelişmez. Tersine devrim ve karşı-devrim karşılıklı ve diyalektik bir bütünlük içinde her an daha sert biçimlerde karşı karşıya gelmektedir. Devrimin öncesinde yaşayacağımız dönem bize isyanlar, grevler, ilerici kitle mücadeleleri kadar karşı-devrimler, savaşlar, darbeler, Bonapartist, faşist vb. karakterli olağanüstü rejimler de vaad etmektedir. “Devrim öncesi durum” saptamasını yaptığımız 3. Kongremiz, aynı zamanda şunu belirtiyordu: “İsyanlar ikliminin barındırdığı zaafları göz önüne almazsak bir hayal dünyasında yaşamaya başlarız, ültra sol politikaların batağına saplanırız. (…) İşçi sınıfının kol emekçileri bölüklerinin büyük bölümü, kent yoksulları, geleneksel küçük burjuvazi ve köylülükle birlikte hâlâ gerici ideolojilerin etkisi altındadır. Bu gerçek çok önemlidir. Devrim öncesi durumun kanlı bir iç savaşla, bir dizi pogromla (toplumun belirli damgalanmış kesimlerinin katledilmesi) ya da uluslararası bir savaşa yüksek dozlu bir şovenist destekle dahi sonuçlanabileceğini bize hatırlatmalıdır. Her şey proletaryanın ağır topları olan kol emekçilerinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceğine bağlıdır. Şayet sınıf mücadelesi öne çıkarsa, bu muhafazakâr, hatta gerici ideolojik-kültürel atmosfer kırılabilir. Aksi takdirde, isyan-devrim eğilimleri devam ederse kanlı gelişmeler gündeme gelebilir.” Bu saptama, büyük önem taşıyor. Bir bakıma 1 Kasım’dan sonra bıçak sırtı bir durum doğmuştur. Bu durumu bir ya da öteki yana devirecek olan işçi sınıfının politikada oynayacağı roldür. 8 Eylül olayları, Mayıs-Haziran aylarında yaşanan fiili metal grevlerinin henüz işçi sınıfının politik bilincinde bir değişime yol açmadığını göstermiştir. Bırakalım bu grevin etkilerinin başka yerlere yayılmasını, Bursa’da bile Kürtlere karşı saldırgan gösteriler yapılmıştır. Bunun karşı kefesinde bir kısım TOFAŞ işçisinin Bursa otogarında “Doğu”ya seyahat edecek yolculara hediye vermesi yatıyor. Ancak bu sadece bir tohumdur. Bugün şoven eğilimin yanında minicik kalan bir tohum. Ama gelecekte işçi sınıfının nasıl bir değişim geçirebileceğini de gösteren bir tohum.
Burjuvazinin iç savaşında gelinen aşama
8. Türkiye siyasal yaşamının neredeyse son 20 yılı Batıcı laik burjuvazi ile yükselmekte olan siyasal İslam'ın dayanağı olan Anadolu merkezli İslamcı sermayenin iç kavgası tarafından şekillendirilmiştir. 28 Şubat askeri müdahalesinin ardından, Refah Partisi'nin yarattığı boşluk ılımlı İslam adı altında TSK ve ABD'nin de desteklediği Erdoğan'ın AKP'siyle doldurulmuş ama Batıcı-laik sermaye hiçbir zaman Erdoğan'a ve AKP'ye tam bir güven duymamıştır. 2003-2004 yıllarında Türkiye yeniden bir askeri müdahalenin eşiğine gelmiş, 2007 yılında Cumhuriyet Mitingleri ve 27 Nisan e-muhtırasına rağmen Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasıyla İslamcı sermaye en önemli mevzilerinden birini elde etmiştir. Önce Ergenekon sonra Balyoz davaları ile AKP Batıcı laik sermayenin vurucu gücü olan orduyu adım adım geriletmiş, 2010 Anayasa referandumunun ardından ise tamamen yargıyı ele geçirme olanağına kavuşarak üstünlüğü ele geçirmeye başlamıştır. Ancak bu süreç devam ederken İslamcı sermayenin bağrında Cemaat ile AKP arasında bir yarılma yaşanmış, ittifaklar yeniden şekillenmiştir. Batıcı laik sermaye ise 2008-2009 yıllarının ardından yani dünya çapında 3. Büyük Depresyon'un kendini göstermesiyle emekçi kitlelerin olası bir yükselişinden duyduğu korkuyla sermayenin iç savaşında daha uzlaşmacı bir konuma doğru çekilmiştir. Gezi ile başlayan halk isyanının ardından 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları gerçekleşmiş, ancak bu operasyonlara rağmen AKP iktidarının kısa vadede düşmeyeceğini gören Koç ailesi Erdoğan'a destek çıkmış ve bir bütün olarak Batıcı laik sermaye Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'nın önünü açmıştır (CHP'nin Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi ile bunu adeta garantilemiş olması çarpıcıdır). Öte yandan Erdoğan'ın elde ettiği mevzileri Başkanlık rejimi ile perçinlemek isteyen politikası dolayısıyla AKP, 7 Haziran seçimlerine adım adım eski müttefiklerini (ABD, AB, liberaller, Gülen cemaati vb.) yitirmiş bir şekilde girmiş ve yenilgiye uğramıştır.
9. 7 Haziran'dan sonra da herhangi bir sosyal patlamaya mahal vermeksizin AKP-CHP büyük koalisyonu ile "düzenli geçiş" politikasını benimseyen Batıcı-laik sermaye güçleri, Erdoğan'ın AKP'yi tekrardan tek başına iktidara taşımak için inisiyatifi yeniden ele geçirmesine ses çıkarmamıştır. 1 Kasım'da AKP tek başına iktidar olunca da genel bir siyasi ricat gerçekleştirmiştir. Bu ricatın bir sonucu olarak Batıcı-laik sermayenin vurucu gücü olan ordu da cemaatin tasfiyesine ve Kürt savaşının yükselmesine paralel biçimde AKP ile ittifaka girişmiştir.
Batıcı-laik sermaye ve İslamcı sermaye arasında saldırmazlık paktı
10. 2008-2009 yıllarında başlayan Üçüncü Büyük Depresyon koşullarında, sermaye cephesinin benimsediği politikalar açısından, bir bütün olarak proletaryaya karşı uzlaşmaz sınıf karşıtlığının damgası gözükmektedir. Bu anlamda sermayenin bağrında, tüm çatışan fraksiyonlarını kapsayan biçimde düzeni koruma refleksleri öne çıkmaktadır. Sermayenin proletaryaya karşı korunma refleksi çatışan sermaye fraksiyonlarının sivri uçlarının törpülenmesini beraberinde getirmiştir. Bir yanda Ergenekon ve Balyoz davalarıyla Batıcı-laik sermayenin, diğer yanda cemaatin tasfiyesi ile İslamcı sermayenin, karşı kampa yönelik operasyonel unsurları etkisiz kılınmıştır.
11. Böylece Batıcı laik sermaye ile İslamcı sermaye arasındaki iç savaş bir ateşkes konumuna gelmiştir. Adeta bir saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Bu, bizim Koç’un şahsında sembolleşen “düzenli geçiş” stratejisinin Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile birlikte nihayete erdiği yolundaki düşüncemizin o dönemde daha ince olasılıklarla ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. 3. Kongre buna da dayanarak “Seçimlerde elde edilen sonuçlar çok başarılı olmadığı takdirde AKP'nin içi bütünüyle karışacaktır” veya “AKP 2015 genel seçimlerinden eskiye kıyasla önemli bir başarısızlıkla çıktığı takdirde parti karışacak ve büyük çalkantılar doğacaktır” gibi öngörülerinde de tek-yanlı yargılar ifade etmiş olmaktadır. Önce AKP’den başlamak gerekirse, Gül-Arınç ekibinin izleyeceği stratejiden bağımsız olarak derhal “partinin karışması”nı beklemek doğru değildir. 7 Haziran Gül’ü güçlendirmiştir, buna kuşku yok. Ama Gül aşırı temkinliliğiyle 12 Eylül’deki kongre fırsatını bile kullanmaya girişmemiştir. Koç’un “düzenli geçiş” stratejisinin desteğin bir aşamada kaldırılması üzerine kurulduğu açıktır. Ama AKP ve Erdoğan’ın yeniden güç kazanması hâlinde TÜSİAD sermayesinin sınıf çıkarları ve başka nedenlerle Erdoğan’a bir süre daha yakınlaşabileceği düşünülmeliydi.
12. Batıcı laik sermaye ile İslamcı sermayenin arasındaki bu geçici ittifakın ekonomik harcı ise Kürdistan petrolleri üzerinde hâkimiyet öngören "petrol açılımı"dır. “Demokratik açılım”, “çözüm süreci”, “barış süreci” vb. adlarla anılan ancak Devrimci İşçi Partisi'nin ısrarla "petrol açılımı" olarak tanımladığı strateji Üçüncü Büyük Depresyon koşullarında Türkiye büyük sermayesi açısından Batıcı laik ve İslamcı kanatlarının tümünün birden ortak çıkış umududur. Petrol açılımının 2013 Newroz'undan sonra olduğu gibi barışçıl metodlarla mı yoksa 7 Haziran'ın ardından AKP iktidarının TSK ile birlikte uygulamaya koyduğu gibi askeri metodlarla mı gerçekleştirileceği sermayenin çıkar ve hedefleri açısından stratejik bir önem arz etmemektedir. Sermayenin barış ya da savaş yanlısı tutum ve söylemleri taktikseldir. Türk sermayesinin sömürgeci çıkarları esastır.
13. Batıcı laik sermaye ile İslamcı sermayenin bir diğer ortak hedefi, siyasal düzeyde uzun süredir bağımsızlığını yitirmiş olan proletaryanın sendikal kazanımlarını da bütünüyle tasfiye etmektir. Bunun için sendikaların tamamen etkisizleştirilmesi buna paralel olarak işçi sınıfının kıdem tazminatı gibi temel kazanımlarının tasfiyesi ve iş gücü piyasasının ve çalışma biçimlerinin esnekleştirilmesiyle, emek sömürüsünün dizginlerinden tümüyle kurtulması hedeflenmektedir. Ekonomik anayasa bu sermaye saldırısının doruk noktasıdır. Bu başlıklarda sermayenin çatışan fraksiyonları arasında öteden beri bir farklılık bulunmamaktadır. Bugün de iki sermaye kampını bir arada tutan temel harç proletaryaya karşı güttükleri ortak sınıf çıkarlarıdır.
Saldırmazlık paktına rağmen sermayenin iç savaşının fay hatları hala aktiftir
14. Ancak yukarıda sergilediğimiz tüm bu manzara burjuvazinin iç savaşının geri dönülmez biçimde tarihe gömüldüğü ve aşıldığı anlamına gelmez. Batıcı-laik sermayenin batı emperyalizmi ile stratejik bütünleşme perspektifi ile İslamcı sermayenin Batı emperyalizmi ile taktik işbirliği çizgisi hâlâ patlayıcı bir fay hattı niteliğindedir. Bu fay hattının hâlâ aktif olduğunu AKP ve Erdoğan'ın içeride açıkça laikliği ortadan kaldıran hamlelerinde, dışarıda ise DAİŞ ve diğer tekfirci örgütlerle yakın işbirliğinde görüyoruz.
15. Daha önce Batı emperyalizmine karşı Rusya ve Çin'i bir denge unsuru olarak kullanmaya çalışan AKP ve Erdoğan bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Son dönemde taktik değiştirerek Batı emperyalizmine karşı Ortadoğu bataklığı kartını kullanmaktadır. Yükselen mezhep savaşıyla giderek daha fazla bataklığa dönüşen ve yaklaşanı içine çekecek bir barbarlık girdabına benzeyen Ortadoğu koşullarında, Erdoğan ve AKP, Batı emperyalizminin kirli işlerini yaparak onları bu girdaptan mümkün olduğunca uzak tutmak karşılığında kendi iktidarlarına destek talep etmektedir. Milyonlarca Suriyeli mülteciyi Avrupa'ya karşı rehine olarak tutmaktadır. Mezhep savaşını kışkırtarak bu mezhep savaşını baştan beri arzulayan İsrail ile yeniden bir sıkı ittifak ilişkisine girerek Batı emperyalizmini İran'ın merkezinde olduğu Şii cephesi ile Rusya ve Çin'in inisiyatif kazanmasına karşı kendi yanında saf tutmaya mecbur etmeye çalışmaktadır. Erdoğan ve AKP'nin zayıflayan emperyalizmin çelişkilerinden yararlanarak güttüğü provokasyon ve şantaj üzerine kurulu bu pragmatik politika son derece risklidir. Bu politika güçlü şekilde, Türkiye'yi ve bölgeyi sıcak bir savaşa sürükleme potansiyeli taşımaktadır.
16. AKP ve Erdoğan'ın bu riskli ve maceracı politikaları Türkiye'yi Suriye sahnesinden neredeyse silmiştir. Türkiye sermayesinin gözünü diktiği Musul-Kerkük petrolleri açısından da, gerek bölgesel dengeler gerekse de Kürt halk direnişinin başarısı sonucunda bu politikalar bir fiyaskoyla sonuçlanabilir. AKP, sermayenin ortak düşmanı proletaryayı ezmekte başarı gösteremez, ortak hedef olan petrol açılımını başarıya ulaştıramazsa, Batıcı laik sermaye ile İslamcı sermaye arasındaki geçici ittifak büyük yara alacaktır. Batıcı laik sermaye bu durumda AKP ve Erdoğan'ın laiklik karşıtı hamlelerini sineye çekmek için bir neden görmeyecektir. ABD'den görece özerk bir hareket tarzına ve AB emperyalizmi ile bütünleşme hedefinin arka plana atılmasına çok daha az müsamaha gösterecektir. Sermayenin iç savaşının yeniden gündeme gelmesi olasılık dâhilindedir.
Faşizm tehlikesi ve faşizme karşı mücadele
17. Böyle bir durumda Batıcı laik sermayenin Erdoğan'ı ve AKP'yi desteklemeye devam etmesi için tek bir neden olabilir. O da Erdoğan ve AKP'nin siyasi başarısızlıklarıyla proletaryanın mücadelesindeki bir yükselişin üst üste gelmesidir. Ekonomik krizin yaratacağı koşulların sınıfsal çelişkileri hangi sertlikte önümüze çıkaracağı, sermayenin bu mücadelede proletaryayı bastırmak için siyasi rıza mekanizmalarını hangi etkinlikle kullanabileceğini bugünden kestirmek zordur. Amerikan muhalefeti olarak adlandırdığımız Abdullah Gül ve ekibi, CHP ve çok zayıflamış olsa da Gülen cemaatinin kadroları ile radikal demokrasi programıyla "düzenli geçiş"i soldan destekleyen HDP hegemonyası altındaki reformist sol, krizin ekonomik, siyasal ve sosyal faturasını işçi sınıfına rızayla ödetecek bir etkinlik gösterebilecek midir? Ordu, emperyalizmin ve sermayenin desteğiyle müdahalede ya da darbede bulunacak bir iç bütünlük sağlayabilecek midir? Onca badireden sonra adeta prestiji yerlerde olan, subayları iyice inisiyatifsizleştirilmiş olan ordu olası bir müdahalede askerlerini emir komuta içinde tutabilecek midir? MHP'nin rolü ne olacaktır? Proletaryanın mücadelesinin etkileri tüm bu güçlerin saflarında nasıl etkilerde bulunacaktır? Daha önemlisi proletaryanın mücadelesinin sınıf çıkarları temelinde akacağı bir kanal oluşacak mıdır? Belirleyici sorular bunlardır. Olasılıklar devrim öncesi durum tespitine uygun biçimde devrimci krizden karşı devrimin değişik biçimlerine kadar uzanan geniş bir yelpaze göstermektedir.
18. Düzenin devamını öngören seçeneklerden düzenli geçiş ve darbe AKP'siz ve Erdoğan'sız ya da her ikisinin de inisiyatif kaybettiği seçeneklerdir. AKP ve Erdoğan, ekonomik ve siyasi krizin üst üste geldiği koşullarda kendi iktidarını ancak giderek daha otoriter hale getirerek ve kalıcı bir iktidar tekeline yönelerek sürdürebilir. Böyle bir yönelişe sermayenin rızasını almak için Erdoğan ve AKP, proletaryayı tamamen atomize edecek, şovenist ve mezhepçi bir temelde provoke edilen kurumsallaşmış bir iç savaş rejimi önerecektir. Böyle bir rejim salt devletin asker ve polis kuvvetleriyle kurulamaz. Sedat Peker'in mafya teşkilatından tekfirci-mezhepçi örgütlere, Osmanlı ocaklarından Esedullah Tim gibi yeni kontra yapılanmalarına kadar paramiliter örgütler, proletaryayı atomize etmek, Kürt halkının ve Alevilerin bu tür bir rejime karşı oluşturacağı tüm direniş mevzilerini dağıtmak için kullanılacaktır. MHP'nin ve BBP'nin böyle bir durumda AKP ile büsbütün iç içe geçeceği, bu olmazsa bile içinden belirleyici bir faşist gücün bu kurumsallaşmış iç savaş koşullarında AKP ve Erdoğan safında yer alacağı açıktır. Bu senaryo Türkiye'de tastamam bir faşizm tehlikesinin varlığına işaret etmektedir.
19. Faşizme karşı mücadele önümüzdeki dönemde MHP ve BBP'ye, onların paramiliter unsurlarına karşı mücadeleden daha geniş bir perspektifle ele alınmalıdır. Hâlâ daha AKP'nin faşist bir parti AKP iktidarının da faşist bir iktidar olduğundan söz edilemez. Bu konuda berrak olunmalıdır. Aksi takdirde işçi sınıfını örgütlemeye ve mobilize etmeye yönelik açık mücadele kanallarının kullanılmasından erken bir aşamada vazgeçmek söz konusu olacaktır. Bugün hem yasal yayın organları ve partilerle, sendikalar içinde mücadele yürüten hem de mevcut iktidarı faşist olarak tanımlayan sol hareketler büyük bir tutarsızlık içindedir. Bugün faşizmden değil faşizm tehlikesinden söz etmek daha doğrudur. Bu anlamda faşizm tehlikesini bertaraf edecek bir gücü oluşturmak üzere proletaryanın örgütlenmesine ağırlık verilmeli bunun için de tüm açık ve kitlesel mücadele kanalları sonuna kadar kullanılmalıdır. Zira sadece Kürt ulusal hareketinin dinamizmine ve Alevilerin direniş potansiyeline bel bağlanarak bu tehlikeyle baş edilemez. Sınıf mücadelesini yükseltmek faşizmin bir numaralı panzehiridir. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle işçi sınıfı bağımsız bir siyasal odak olarak ortaya çıkmadan barbarlığa karşı başarı şansı yoktur. Zira sınıfsal bir kutuplaşmanın yokluğunda gerek mezhepsel gerekse de etnik temelde toplumun çoğunluğunu mobilize etme olanağına gericilik her zaman kavuşacaktır. Sınıfsal temelde yükselecek mücadelede ise devrim cephesi çok daha avantajlı ve güçlüdür. Bu anlamda faşizm tehlikesine karşı ekonomik talep ve sloganlarla başlayarak işçi sınıfını örgütlemek üzere yapılacak ve sınıfın öncüsünü proleter enternasyonalizmi ile eğitecek tüm çalışmalar hayati bir önem arz etmektedir. Hiç bir başka yakıcı gündem, hiç bir gündelik çarpıcı gelişme işçi sınıfının öncüsünü bu faaliyetten alıkoymamalıdır.
20. Bu anlamda bir yandan Devrimci İşçi Partisi sınıf içinde stratejik mevzilenmesini sürdürürken bir yandan da sınıf içindeki anti-faşist güçlerle bir birleşik cephede ortak hareket etme politikası gütmelidir. Bizim önerdiğimiz politika bir birleşik işçi cephesidir. Bu politika sınıfı özne kabul eden ve sınıfı mobilize etmeyi, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere tüm direniş odakları ile birlikte ve gerekli tüm araçlarla faşizme karşı mücadele etmeyi ve onu ezmeyi hedefleyen bir cephedir. Sınıfın içinde belirli bir varlığı olan sol yapıların, işçi sınıfı içinde etkiledikleri sınırlı bir çevreyi burjuva demokratik bir mücadeleye kanalize etmeye yönelik faaliyetlerinin, bizim önerdiğimiz birleşik işçi cephesiyle ilgisi yoktur. Bu tür politikalar işçi sınıfının, Kürt ve Alevi olanların yanında kısmen sosyal demokrasiye aşina olan küçük bir azınlığını liberal ve kimlikçi söylemlerle burjuva demokrasisine çekerken, ana gövdeyi karşı devrim cephesinin hegemonyasına terk edecek ve anti-faşist birleşik işçi cephesini hem siyasi hem de örgütsel olarak zayıflatacaktır.
Türkiye'nin Suriyeleştirilmesi ve mezhep savaşı dinamikleri
21. 3. Kongre, Erdoğan'ın "düşmenin eşiğinde olduğunu hissederse büyük ihtimalle savaş çıkaracağını" tespit etmiştir. Bu tespit Erdoğan'ın düşmenin eşiğine geldiğini iliklerine kadar hissettiği 7 Haziran sonrasındaki gelişmeler tarafından tamamen doğrulanmıştır. Önce Kürt savaşını tekrar başlatmış, ardından Türkiye'yi Suriye ile sıcak savaşın içine sokmanın eşiğine getirmiştir. Ancak Erdoğan gerek ABD emperyalizminin PYD ve YPG'yi kara gücü olarak desteklemesi gerekse de Rusya'nın bölgedeki varlığını Esad lehine güçlendirmesiyle Suriye'de hem Kürtlere hem de Esad'a karşı sıcak bir savaşa girme olanağını yitirmiştir. Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Türk uçakları Suriye hava sahasını dahi ihlal edemez olmuştur. (Ancak bu demek değildir ki Erdoğan ve AKP bölgede süregiden mücadeleden çekilmiştir. Şubat ayı içerisinde Halep’in bir ilçesi olan Azez’e yakın konumdaki YPG mevzilerine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin top atışları düzenlediğini de hatırlamak gerekir.) Bu durumda Devrimci İşçi Partisi Türkiye'yi Suriye'de savaşa sokamayan Erdoğan'ın Türkiye'yi Suriyeleştireceğini tespit etmiştir. Bu tespitin merkezi yayın organımızın manşetinde ifadesini bulmasından sadece birkaç gün sonra 10 Ekim Ankara katliamı yaşanmıştır. Türkiye'nin Suriyeleştirilmesinde tayin edici bir eşiği temsil eden 10 Ekim katliamını, Kürt savaşında Esedullah Timi gibi kontra örgütlenmeleri ile özel harekâtçıların tekbirler eşliğinde gerçekleştirdiği katliamlar izlemiştir. Batı illerinde ise tekfirci örgütler ve bu örgütlere sempati duyan unsurlar üniversitelerde boy göstermişler, provokasyonlara girişmişlerdir. Erdoğan’ın Osmanlı Ocakları, İBDA-C, Kürt Hizbullahı, Türkmen tugayları ve Sedat Peker’in mafya gücü gibi çete ve milis güçlerini de gelecekte kullanmak üzere hazırlamakta olduğu ortadadır. Nihayet DAİŞ'in sivillere yönelik katliamlarının artık Türkiye iç politikasının tamamen bir parçası haline geldiği, Sultanahmet'te 10 Alman turistin katledildiği saldırı ile tartışmasız bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır.
22. Artık Türkiye'nin Suriyeleştirilmesinin Erdoğan'ın, partisi ile birlikte kendisini iktidarda tutmasının başlıca metodu olduğu aşikârdır. Bu politika Ortadoğu'da körüklenen mezhep savaşının Türkiye sınırları içinde yaşanması olasılığını gündeme getirmektedir. Suriye'de ve Irak'ta tekfirci mezhepçi örgütlerin Rusya, ABD, Esad ve PYD kıskacında adım adım gerilemesi, bu örgütlerden arta kalan çok sayıda çetecinin Türkiye içinde Erdoğan'ın ve AKP'nin iç savaş aygıtında istihdam edilmesini beraberinde getirebilir. Suriye ve Irak'ta tekfirci ve Sünni mezhepçi örgütlerin zayıflaması ve yenilmesi bugünkü politikası dolayısıyla Erdoğan'ı tekrar düşmenin eşiğine getirebilir. Bu durumda Erdoğan'ın ayakta kalmak üzere başlatacağı yeni savaşta, sadece Kürtlere karşı değil Alevilere ve Caferilere karşı da tekfirci mezhepçi çete artıklarının kullanılmasına ve AKP tabanının bu çetelerle koordinasyon içinde mezhepçi bir seferberliğe sokulmasına tanık olabiliriz.
23. Bu şekilde Türkiye'nin mezhep savaşına sürüklenmesi, Suriyeleşmenin tamamlanması anlamını taşır. Suriyeleşmenin sonu sadece barbarlığın tüm Anadolu'yu sarması değil aynı zamanda ulusun tümden dağılarak Ortaçağa sürüklenmesi anlamını taşır. Bu tür bir gelişmeye hâlâ Batı dünyasıyla stratejik bütünleşme hedefinden vazgeçmemiş olan Batıcı-laik sermayenin ve ordunun karşı çıkacağını düşünebiliriz. Ancak bugüne kadar Batıcı-laik sermayenin vurucu ve operasyonel gücü olan ordunun Erdoğan'ın Kürt halkına karşı başlattığı savaşta, Suriye sınırında subayların DAİŞ unsurlarıyla içli dışlı ilişkisinden askerlerini İslamcı retorikle motive etmeye ve Akit'in yazı işleri müdürüne taziye mesajı iletmeye kadar varan şekilde İslamcılıkla kurduğu ittifakın dersleri doğru çıkarılmalıdır. Laikliği ve cumhuriyetin kazanımlarını savunmak adına orduya bel bağlayan sol Kemalizm'in sefaleti ortadadır. Laiklik ve Türkiye'de burjuva devriminin kazanımları adına ne kalmışsa savunma görevi proletaryanın omuzlarındadır. Proletarya bir mezhep savaşı ortamında bu kazanımları savunmak durumunda kalırsa kuşkusuz ki en büyük müttefiki Sünni mezhepçi saldırının hedefinde olan Alevi, Caferi kitleler olacaktır. Ancak proletaryanın bağımsız bir siyasal varlığının olmadığı koşullarda daha olası gelişme Alevi ve Caferi kitlelerin mezhepçi saldırı karşısında bu kazanımlara sahip çıkarak mücadeleye atılması şeklinde olacaktır ve bu mücadele ancak proletaryanın desteğiyle başarıya ulaştırılabilecektir. Olası bir mezhep savaşında çoğunluğu Sünni olan proletaryayı mezhepçi iktidara karşı ezilen kitlelerle yan yana konumlandırabilecek tek şey sosyalistlerin sınıf politikası ile proleter kitleler nezdindeki etkilerini belirleyici noktaya taşımaları ve proletaryanın ekonomik ve sendikal mücadele içinde mezhepçi sermaye iktidarına karşı sınıf kini temelinde bilenmesidir.
Kürdistan sorununun gelişme dinamikleri
24. DİP 3. kongresi Öcalan ve AKP arasında, İslam birliği temelinde bir Türk-Kürt stratejik ittifakı siyasi projesinin şekillenmekte olduğunu saptamış, ancak bu stratejik projenin önünde Rojava'nın ve Kürt hareketi içindeki devrimci damarın iki büyük engel oluşturduğunun altını çizmiştir. 3. Kongre'den bu yana İslam birliği temelinde Türk-Kürt stratejik ittifakı projesi, Kobani serhildanı ardından Kürt hareketi içindeki devrimci damarın inisiyatif kazanması ve Kürt hareketi içinde AKP karşıtı muhalefet eğilimini güçlendiren bir etki yaratması, AKP ve Erdoğan'ın ise "kamu düzenini sağlamaya" öncelik vererek Kürt hareketine karşı savaşı yeniden yükseltmesi ve bu savaşta DAİŞ'le işbirliğini sürdürmesi ve nihayet Rusya ile İran'ın bölgedeki etkinliğini Rojava lehine olacak şekilde arttırmasıyla İslam birliği karşısında bir siyasi ağırlık merkezi oluşturmasıyla şimdilik çökmüş gözükmektedir. Bu faktörler gelecekte yeni bir "çözüm süreci" başlatıldığında yeniden bu sürecin başarıya ulaşmasında nesnel ve öznel engeller olmaya devam edecektir.
25. Kürt sorunu giderek kendisini bir kimlik sorunu olmaktan daha çok bir sömürge sorunu olarak ortaya koymaktadır. Kürt halkı verdiği mücadeleler sonucunda, AKP iktidarının kendini savunmak üzere sıkça öne sürdüğü bir dizi kültürel hak elde etmiş, inkârcı devlet siyasetinde büyük gedikler açmıştır. Ancak tüm bu kazanımlar Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini sönümlendirmek bir yana büyütmüştür. Kürt ulusu dört parçada yaşadığı toprakların yer altı ve yer üstü zenginlikleri üzerinde tasarruf sahibi olmak ve kendi kendini yönetmek için mücadele etmektedir. Bu mücadele bir kendi kaderini tayin etme mücadelesidir ve anti-sömürgeci bir öz taşımaktadır.
26. Ancak Kürt halkının işçi sınıfı, yoksul köylülük ve işsiz gençliğe dayanan anti-sömürgeci mücadelesi ile Kürt siyasal önderliğinin içindeki burjuva kanadın sömürgecilerle işbirliğine dayanan siyaseti arasında bir açı mevcuttur. Bu açı farkı kendisini 2014 yılında önce Kobani serhildanı sırasında ve 2015 yılında öz yönetim ilanlarına eşlik eden Sur, Nusaybin, Cizre, Silopi vb. direnişleri esnasında ortaya koymuştur. Bu olayları, “hendek” diye küçümsemek ya da sadece bir insan hakları sorunu olarak ele almak ve yalnızca matem havası yaymak Türkiye solunun bir büyük insan hakları derneği olarak çalışmasıyla tutarlıdır, ama gerçek hayatta var olan bir boyutu bütünüyle görmezlikten gelmek olur. Kürt halkının yoksul, emekçi, pleb damarı kentlerde dirençli bir mücadele vermektedir. Partimiz, 2013 Newroz’unda bütün bu süreç başlarken bu damarı teşhis etme ve politikasını Kürt hareketinin iki ayrı kanalda ilerlemekte olduğunu tespitine yaslama onurunu taşımaktadır.
27. Kürt burjuvazisi ile genel anlamda Kürt yoksul sınıfları arasında Kürdistan sorununa bakış tamamen farklıdır. Kürt burjuvazisinin siyasal tutumu Türkiye tekelci sermayesinin "petrol açılımı" ile uyumludur. Kürt burjuvazisi bu açılımdan kendine düşecek payı hesap ederek, Kürt hareketinin askeri ve siyasi tasfiyesine, Barzanici hegemonya altındaki bir ulusal cephe içinde erimesine onay vermektedir. Bu perspektif kendini, keskin bir çözüm süreci savunuculuğunun yanında HDP'yi liberal temellerde Türkiyelileştirme, Kürt hareketinin karşısında liberal bir alternatif güç olarak yükseltme, Kürt hareketinin askeri tasarruflarına ve "hendek siyaseti" eleştirisi adı altında yoksul ve işsiz halkın özellikle de gençliğin öz savunmasını itibarsızlaştırma şeklinde göstermektedir. Kürt hareketi ise bir bütün olarak Kürt burjuvazisinin karşısında alternatif bir siyasal hattı temsil etmemekte, süregiden silahlı mücadelenin siyasi hedefini son tahlilde AB yerel yönetimler şartına bağlayan bir demokratik özerklik perspektifi ile Türkiye burjuvazinin petrol açılımı ile uyumlu bir stratejiye meyletmektedir. Ancak Kürt hareketinin muhtemelen özellikle orta ve alt kademedeki savaşan kadroları ister istemez askeri öncelikleri daha fazla önemsemekte ve Kürt burjuvazisinin sivil temsilcilerinden farklı olarak kayıtsız şartsız petrol açılımını desteklememekte, çeşitli çekinceler ve koşullar öne sürmektedir. Bu çekince ve koşullar zaman zaman Öcalan'ın inisiyatifini sorgulamaya kadar gidebilmektedir.
28. Kürt hareketi petrol açılımının bir parçası olarak silahlı unsurlarını tamamen Türkiye sınırlarının dışına çıkartmayı bir strateji olarak kabul etmişse de askeri tasfiyenin siyasi tasfiyeyle sonuçlanacağını bir şekilde görerek kendisinden doğacak boşluğun Barzani tarafından doldurulmasına karşı da aktif bir mücadele vermektedir. Bu konuda Kürt hareketinin en büyük mevzisi Rojava'dır. Rojava mevzisinin varlığı ve Kürt hareketinin askeri tasfiyesinin gerçekleşmesi bir yana bu alanda giderek daha büyük güç kazanması yoksul Kürt halkı nezdinde Kürdistan'ın sömürgelikten kurtulması yönündeki beklentileri güçlendirmektedir.
29. Petrol açılımı peşindeki Türkiye devleti ve tekelci sermayesi gelinen aşamada ya Kürt hareketini askeri ve siyasi olarak zorla ezmek ya da daha fazla siyasi tavizler vererek petrol açılımını barışçıl yöntemlerle sürdürme seçeneği arasında gidip gelmektedir. 7 Haziran sonrasından 2016 yılının ilk aylarına kadar AKP hükümeti ve Erdoğan, TSK ile ittifak halinde Sri Lanka çözümüne giden yolun taşlarını döşemeye başlamış, yani halkı da katliamdan geçirmeyi göze alacak şekilde ezme stratejisini benimsemiştir. Bu yolun Sri Lanka tipi bir kitlesel katliama varacak şekilde sürdürülmesine karşı Türk ve Kürt halkları bugüne kadar verdikleri mücadeleyi arttırarak sürdürmek durumundadır.
30. Türkiye büyük sermayesi, petrol açılımını büsbütün çıkmaza sokacak ve müzakere metodlarını taktik olarak devreye sokulamayacak hale getirecek seviyede bir askeri mücadeleye zaman zaman eleştirel şekilde yaklaşmaktadır. Ancak son tahlilde Kürt hareketinin savaş yoluyla askeri tasfiyesini desteklemektedir. Kürt hareketinin askeri tasfiyesi gerçekleşmedikçe ve öz savunma kırılmadıkça büyük sermayenin müzakere yöntemlerinin benimsenmesi yönünde daha fazla tercih kullanacağı düşünülebilir. Kürt cephesinde ise Kürt burjuvazisi yeniden müzakereye dayalı bir petrol açılımı sürecinin baş destekçisi olacaktır.
31. Türk ve Kürt burjuvazisi Kürt halkının yaşadığı baskı ve kıyımın yıpratıcı etkisi dolayısıyla müzakere sürecine yönelik duyduğu sempatiyi kendi çıkarları için suistimal etme eğilimindedir. Bir kez daha petrol açılımının savaş yerine müzakere yöntemleri ile sürdürülmesi olasılığının daha az gerici sonuçlar doğurmayacağının altı çizilmelidir. Sadece çözüm süreci denen sözde ateşkes döneminde Reyhanlı, Roboski gibi Türkiye tarihinin en kanlı katliamlarının gerçekleştiği, Paris suikastinin yaşandığı, Gezi ile başlayan halk isyanının şiddet yoluyla bastırıldığı, dahası AKP iktidarının Suriye'de mezhep savaşının içine boylu boyunca girip bu mezhep savaşını Türkiye sınırları içine taşıdığı hatırlatılarak değil. Tayyip Erdoğan’ın (Öcalan’ı da yedeklemeye çalıştığı) esas projesi Ortadoğu’da bir Sünni hâkimiyeti kurma yolunda savaşlara neden olacak ve Kürtleri bir kez daha kanın ve ateşin içine atacak bir stratejiye dayandığı için de.
32. Sonuçta Türkiye büyük sermayesi Kürdistan petrollerini himayesi altına almak için kan dökmekten çekinmemiştir ve çekinmeyecektir. Kürt burjuvazisinin kendi dar çıkarları için Ortadoğu'da bir mezhep savaşının körüklenmesine ciddi bir itiraz geliştirmediğini söyleyebiliriz. "Çözüm süreci" döneminde, İslam birliğinin savunulması, Öcalan'ın Newroz mesajları, daha sonra TSK ve YPG'nin işbirliğine işaret eden Eşme Ruhu güzellemesi bu anlamda Kürt burjuvazisinden destek bulan politikalar olmuştur. Son olarak da HDP içinde AKP karşıtı politikalara açıkça karşı çıkan ve Başkanlık rejimine destek veren eğilimler daha görünür bir hal almıştır. Diğer yandan Kürt burjuvazisi, özerklik talebini AB yerel yönetimler şartı temelinde savunup, tüm Türkiye için bir politika olarak öngörmesiyle, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinde ve bölgesel asgari ücret tipi uygulamalarla işçi sınıfına yönelik sermaye taarruzuna da kapı açmaktadır.
33. Bugün savaş yöntemleriyle sürdürülen petrol açılımının alternatifi müzakere yöntemleriyle sürdürülen bir petrol açılımı olamaz. Kürt sorununun çözümü ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında tüm Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarına yönelik burjuva sınıf taarruzu mazur görülemez. Türk ve Kürt halklarının kardeşliği bir başka halka yönelik düşmanlık temelinde gerçekleştirilemez. Bu temelde ABD emperyalizminin gerek askeri üsleri vasıtasıyla Türkiye'de elde ettiği nüfuz gerekse de askeri ve siyasal olarak sunduğu destek ile Rojava'da elde ettiği güç başta Türk ve Kürt halkları olmak üzere tüm bölge halkları açısından bir kazanım değil tehdit olarak görülmelidir. ABD emperyalizmin elde ettiği nüfuzu Kürt halkının özgürleşmesi için değil tersine Kürt halkını petrol açılımına razı etmek için kullanacağını, Türkiye'nin askeri operasyonlarına verdiği destekte görmüş bulunuyoruz. ABD ile kurulan taktik ilişkiler Kürt halkının da parçası olduğu Ortadoğu halklarının kurtuluşunun aleyhinde işlev görmektedir. Devrimci İşçi Partisi bu gerçeği söylemeye devam edecek ve Kürt hevallerimize gerekli uyarılarda bulunmayı sürdürecektir.
34. Devrimci İşçi Partisi, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını destekler. Genel olarak Kürt burjuvazisinin özel olarak da Barzaniciliğin bu hakkın aleyhinde çalıştığını tespit ederek desteğini Kürt yoksullarına ve onların çıkarlarını temsil eden öz yönetim ve öz savunma taleplerine yöneltir. Kürt ve Türk işçilerinin emekçilerinin nihai olarak Ortadoğu Sosyalist Federasyonu'nu hedefleyen mücadele ortaklığını savunur.
İşçi sınıfı mücadelesi ve görevlerimiz: Hedef 2017!
35. Gerek Türkiye'de gerekse Türkiye'yi çevreleyen coğrafi bölgede temel siyasi gelişmeleri belirleyen hâkim sınıflar arasındaki çatışmalar ve güç ilişkileri olmaktadır. İşçi ve emekçi sınıflar kendi bağımsız siyasetleriyle belirleyici olabilecek bir örgütlülükten yoksundur. İşçi ve emekçilerin bağımsız siyasal temsilcisi olması gereken sosyalist hareket ise genel anlamda büyük bir insan hakları derneği izlenimi vermektedir. Sosyalist hareketin siyasi faaliyetleri neredeyse yaşanan hak ihlallerini takip etme, kınama ve sorumluların cezalandırılması için kurulu düzenin kurumlarından talepte bulunmaya indirgenmiş vaziyettedir. Şüphesiz ki bunlar da önemli mücadelelerdir. Ancak sosyalizmin işçi sınıfının bağımsız sesi olarak yükselmesi berrak bir siyasi programı ve bu programın işçi sınıfıyla kurulan organik bağlar aracılığıyla yükseltilmesini gerektirir.
36. 7 Haziran'da HDP ve onun çevresinde kümelenen sol en önemli seçim başarılarından birini gerçekleştirmişse de HDP'nin -solun genelinin onayıyla- sermaye düzeninin istikrarını gözeten bir politika benimsemesi, anayasal bakanlık olanağını bile savaşa ve AKP'nin seçim sürecini manipüle etmesine karşı kullanmaması ve ciddi bir seçim propagandası yapmaması inisiyatifin tümüyle Erdoğan ve AKP tarafından ele geçirilmesine, halkı istikrar olmazsa ekonomik kriz ve daha fazla kan dökülmesiyle tehdit etmesine olanak vermiştir. Ezilen kitleler için burjuva politikasının hiçbir gelecek vaat etmediği, 7 Haziran'dan bu yana yaşanan siyasi felaketler silsilesi sayesinde apaçık şekilde görülmüştür. Sosyalist program ve politikaları işçi sınıfıyla buluşturmak ve işçi sınıfını bağımsız bir aktör olarak siyasal süreçlerde belirleyici hale getirmek, sosyalistler için bir ahlaki tercih değildir. Giderek barbarlığın yükseldiği ve savaşların, darbelerin ve hatta faşizm tehlikesinin gündeme geldiği bir coğrafyada bu gidişata dur demek, dahası keskinleşen sınıfsal çelişkileri devrimci yönde ilerletmek için gereken sosyal ve siyasal güç ancak ve ancak işçi sınıfının saflarında bulunabilir. İşçi sınıfı mücadele sahnesine kendi bayrağı ile çıkmadan barbarlığa göğüs germenin olanağı yoktur. İşçi sınıfı içinde örgütlenme ve onu seferber etmenin kolay olmadığı açıktır. Ancak zorlukları görerek bu görevden yüz çeviren sosyalistler kendilerini ve halklarını daha büyük barbarlıkların muhatabı haline getirecek ve barbarlıktan hasbelkader kurtulanlar en iyi ihtimalle kendilerini barbarlığın aldığı farklı biçimleri ve türlü katliamları kınayan basın açıklamaları yaparken bulacaklardır.
37. Devrimci İşçi Partisi, işçi sınıfına daha fazla yönelmeye, işçi sınıfı içinde mevzilenmeye ve sosyalizmi, enternasyonalizmi, anti-emperyalizmi, anti-Siyonizmi, halkların kardeşliğini, kadınların kurtuluşunu ve tüm özgürlükleri işçi sınıfını merkez alarak yükseltmeye çağırmaktadır. İşçi sınıfı tüm bu görevlerin üstesinden gelecek potansiyele sahiptir. Dahası yaşadığımız çağda bu potansiyele sahip başka bir sosyal güç yoktur. Türkiye özelinde metal grevleriyle sarsılan 2015 yılı, işçi sınıfının devrimci potansiyeline ilişkin tarihten süzülüp gelen analiz ve perspektifimizi pratikte doğrulayan gelişmelere sahne olmuştur. Ciddi bir sürükleyici siyasi önderliğe ve sendikal örgütlenmeye sahip olmayan on binlerce metal işçisi Türkiye'nin en önemli sanayi devlerinde haftalara yayılan fiili grevlere imza atmıştır.
38. Fiili metal grevlerinin basit bir sendikal eylem olarak görülmesi son derece yanlış olacaktır. Birincisi bu grevler 12 Eylül'den sonra Türkiye'nin kilit sektörlerinden metal sanayi işçilerini kontrol altında tutan temel mekanizmayı, sarı Türk Metal sendikasının sultasını kırmaya yönelmiştir. İkincisi işçi sınıfının dolaysız sınıf çıkarları söz konusu olduğunda gerekli mücadele azmi ve kararlılığını gösterebileceği bir kez daha ortaya çıktığı gibi bu mücadelenin kurulu düzenin yasal sınırlarını pekâlâ aşma eğilimi gösterdiği de görülmüştür. Üçüncüsü metal grevleri Türkiye ekonomisinin en merkezi sanayi kuruluşlarında başta da Koç Holding bünyesinde işçi sınıfı ile burjuvaziyi karşı karşıya getirmiştir. Bu karşı karşıya geliş hızla fabrikalar, sektörler ve şehirler arası yayılma potansiyeli göstermiştir. Bu potansiyel işçi sınıfının yerel ve işyeri bazında başlayan mücadelelerinin ulusal ölçekte yankı bulması ve siyasallaşması potansiyelinin güçlü olduğuna işaret etmektedir.
39. Artık işçi sınıfının mücadele potansiyeli göstermediği iddia edilemez. Proletaryanın bittiği, kimlik siyaseti ve hak mücadelesi dışında bir alternatifin olmadığı yönündeki liberal sol siyaset gerçeğin duvarına çarparak parçalanmıştır. Ancak tüm bu potansiyeli gösteren işçi sınıfı hâlâ yüzünü sosyalizme dönmemiştir. Sınıf bilinci, sendikal düzeyde sıçrama yapmışsa da siyasal bir atılım yapamamıştır. Tüm bunlarda da şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü siyasal sınıf bilinci işçi sınıfına dışarıdan, yani ekonomik mücadele alanının dışından taşınmalıdır. İşçi sınıfının kendiliğinden siyasal bilince ulaşması yüz yıl önce de mümkün değildi, şimdi de mümkün değildir. Bu görev proleter sosyalistlerinin omuzlarındadır.
40. Bu fiili grevlerin gelmekte oluşunu Devrimci İşçi Partisi'nin 3. Kongresi önceden yerinde biçimde tespit etmiş ve başta metal sektörü olmak üzerinde sanayi proletaryası içinde mevzilenmeyi önüne stratejik bir görev olarak koymuştur. Bu perspektif şüphesiz ki güçlendirilerek sürdürülecektir.
41. İşçi sınıfının kitlesel olarak bir bilinç sıçraması gerçekleştirmesi ve siyasal alanda bağımsız bir güç olarak ortaya çıkması için mutlak gereklilikler şunlardır:
Birincisi, işçilerin ekonomik ve sendikal temeldeki mücadelesi sonuna kadar götürülmelidir. Bu anlamda sömürünün sınırlandırılması, bürokratik sendikal yapıların parçalanması ve fabrika komiteleri üzerinden yükselen işçi inisiyatiflerinin sendikalara hâkim olmaya başlaması gerekmektedir.
İkincisi, ekonomik ve sendikal mücadelenin geldiği en yüksek aşamada, mücadelenin siyasal seviyeye taşınması için işçi sınıfının öncüsü içinde mevzilenmiş devrimci bir işçi partisine ihtiyaç vardır. Bu iki görev yerine getirildiği takdirde ortaya çıkacak devasa potansiyel toplumun diğer emekçi sınıflarını, gençliği, kadınları ve ezilen katmanları işçi sınıfının etrafında toplayacak bir çekim merkezi yaratacaktır. Bu çekim merkezi de barbarlığa karşı sosyalist programı tüm ulusun karşısına gerçek bir kurtuluş alternatifi olarak çıkaracaktır.
42. Önümüzdeki iki yıl bu yöndeki olası gelişmelere gebedir. 2015 yılındaki metal grevlerini tetikleyen sözleşme süreçleri 2017 yılında yeniden gündeme gelecektir. Erdoğan'ın "fakiri tahrik etmeyin" söyleminde, Ali Koç'un gelir eşitsizliğinin yaratacağı sorunları gündeme getirmesinde ifadesini bulan "burjuva endişesi" hiç de temelsiz değildir. Burjuvazi dünya ekonomisindeki depresyon koşullarında işçi sınıfını teskin edecek hamleler yapma potansiyelinden uzaktır. AKP seçim kazanmak için 1300 lira asgari ücret verdi. Ancak bir yandan bu hamlenin yaratacağı enflasyon etkisi kısa zamanda iktidarın asgari ücretle elde ettiği krediyi sıfırlayacaktır. Diğer yandan da kıdem tazminatına saldırı, taşerona kadro vaadinin yerine getirilemeyecek olması ve işçi sınıfının haklarına yönelik saldırıların hızlanması nedeniyle, sermaye cephesinden söylenenler aksine işçiyi emekçiyi tahrik edecek niteliktedir. 2016 yılı 1300 liralık asgari ücretin daha yüksek ücret alan işçilerin zam beklentilerinin yarattığı gerginlikle açılmıştır. Kıdem tazminatı üzerindeki kavga büyük sarsıntılar yaratma potansiyeli taşımaktadır. Nihayet 2015 yılının büyük fiili metal grevlerinin yeniden gündeme geleceği MESS sözleşmeleri 2017 yılında yapılacaktır. İşte tüm bu koşullar önümüzdeki dönemde "işçi sınıfının kitlesel olarak bir bilinç sıçraması gerçekleştirmesi ve siyasal alanda bağımsız bir güç olarak ortaya çıkması için" gerekli olan birinci şartın yani ekonomik ve sendikal mücadelenin sonuna kadar götürülebilmesi için uygun bir ortamın bulunduğuna işaret etmektedir. İkinci koşulun, yani işçi sınıfının devrimci siyasal öncüsünün inşasının temposu ise esas olarak proleter devrimcilerinin öznel çabası tarafından belirlenecektir.
43. Sendika ayrımı yapmaksızın en gerici sendikada dahi taban inisiyatiflerini oluşturmak ve öncü işçileri örgütlemek için verilecek mücadele hayatidir. DİSK bir sınıf sendikacılığı ortamı olarak olmasa da sınıf sendikacılığının, taban inisiyatiflerine dayanarak yükseltilmesine daha uygun bir ortam sağlaması bakımından önemsenmelidir. Ancak bu DİSK içinde bürokrasiyle mücadele görevinin önemini azaltmaz tersine güçlendirir. Olası bir sınıf mücadelesi dalgasının Türk-İş içinde de bürokrasiyi sarsacak etkiler yaratması beklenmelidir. Bu noktada tüm sınıfın kaderini belirleyecek gelişmelerin esas olarak Türk-İş bünyesinde yaşanacağını kestirmek zor değildir. Özellikle kıdem tazminatının savunulması mücadelesinde son dönemde AKP'nin saldırıları altında gerileyip yok olan sendikal güç birliğinin bıraktığı boşluğun tabandan yükselecek yeni bir mücadeleci işçi ve sendikacı kuşağı ile doldurulması muhtemeldir. Türk-İş içindeki mücadele asla yabana atılmamalıdır.
44. Nihayet işçi mücadelesine yapılan vurgu ve bu alana verilen öncelik ekonomist ve/veya sendikalist bir perspektifle değil tamamen sınıf mücadeleci ve sosyalist bir perspektifle hayata geçirilmelidir. İşçi sınıfının ekonomik ve sendikal mücadelede kendi kaderini eline almasının, işçi sınıfının tüm ulusun kaderini belirlemesinin ilk adımı olduğu, devrimci Marksizm'in anti-kapitalist, anti-emperyalist öze sahip enternasyonalist sosyalist programının ancak böyle bir gelişmenin sonucunda gerçek bir alternatif haline geleceği unutulmamalıdır. Bu da işçilere onlara aşılanmış önyargılara karşı hakikati cesaretle, cüretle söylemeyi gerektirir. İşçi sınıfı ancak toplumun sorunlarına çözüm bularak kendini de bütün ezilenleri de kurtarabilir. Öyleyse, her alanda hakikati hurafeden, önyargıdan, bağnazlıktan uzak kavrayabilmelidir.