Batı Asya’da büyük sarsıntı
8 Aralık 2024 günü Şam’da yaşanan olay, en azından Batı Asya (Ortadoğu) açısından tarihî bir önem taşıyor. Şimdi ortaya çıkan tabloyu soğukkanlı biçimde değerlendirmek ve bundan sonra nesnel koşulların nasıl gelişeceği konusundaki öngörüleri ve proletarya sosyalizminin ne tür politikalar izlemesi gerektiğini bu soğukkanlı değerlendirmenin üzerine bina etmek elzemdir. Bu yazı somut gelişmelerin bir ilk değerlendirmesini içeriyor. Bunu, doğan yeni durumun gelişme dinamikleri ve proleter sosyalizminin izlemesi gereken politikalara ilişkin tespitlerin izlemesi gerekiyor.
1) Beşar Esad’ın devrilmesiyle birlikte Biladüşşam (Büyük Suriye) ile Mezopotamya’da çok önemli bir tarihî atılım olan Baasçılık tarihe karışmıştır. Irak’ta 2003 emperyalist işgali, Suriye’de ise 2012-2024 arasında emperyalist kontrol altında yürütülen iç savaş, Baasçılığın Batı Asya’da birbirinden bazı önemli farklılıklar gösteren iki ana odağını yerle bir etmiştir. Bundan sonra kısmen eski kadrolara ve ideolojiye dayanan bir yeni yükseliş olsa bile ona Baas demek yerine “basübâdelmevt” (ölümden sonra diriliş) demek daha doğru olacaktır. Ayrıca, bu ihtimal çok düşüktür. Bundan sonra Batı Asya’da görev Arap dünyasında bir burjuva devrimi atağı olan Baasçılık yerine proletarya sosyalizmine düşecektir.
2) Baasçılık aslında Nâsırcılığın genel akımı içinde bir damardır. 1952-54 yılları arasında yaşanan Mısır devrimi ile tarih sahnesine yerleşen Arap Ulusal Devrimi, ayrıntıya girmeden söyleyecek olursak en büyük atılımlarını yaptığı Mısır’da erkenden (Nâsır’ın 1970’te ölümünden sonraki Enver Sedat ve onu izleyen Hüsnü Mübarek dönemlerinde), Libya’da ise (daha önceki kısmi yozlaşma belirtilerinin ötesinde) 2011 bölgeler ve aşiretler arası savaşı ertesinde çökmüştü. Zaten içten içe çürümüş olan Baas’ın yıkılmasıyla Arap Ulusal Devrimi (formel olarak, ama sadece formel olarak, tek bir ülke, yani Cezayir hariç) bütün Arap dünyasında son bulmuş oluyor. Yaşadığı bütün çürümeye rağmen bu devrimin Arap dünyasına getirmiş olduğu kazanımlar (cumhuriyet, kısmi de olsa laiklik, bazı ülkelerde toprak reformu, kadınların koşullarının bir ölçüde özgürleşmesi) hâlâ kısmen devam ediyordu. Şimdi siyasi İslam’ın etkisi artacak, laiklik ve kadınların özgürlükleri darbe yiyecek, Arap coğrafyası, en başta Suriye muhtemelen bir parsellenme süreci yaşayacaktır. Bunu Irak’ın izlemesi olasıdır. Hıristiyan, Arap Alevisi, Dürzi ve diğer azınlık halkların geleceği büyük tehditler ile karşı karşıyadır.
3) Suriye’de bir devrim yaşandığı hayalini iç savaşın başından beri yayan sözde Marksist grupların dünyayı ne kadar yanılttığı asıl şimdi iç savaş daha gerici kamp tarafından kazanıldıktan sonra ortaya çıkacaktır. Devrim propagandası yapmış olan grupların teşhiri, önümüzdeki dönemin önemli görevleri arasında yer almaktadır. Öte yandan, Türkiye’de yaygın olan tam ters yönde bir görüşün de titizlikle reddedilmesi gerekiyor. Birçokları, Suriye rejiminin tekfirci bir güruhun taarruzuyla yıkılmış olmasını “Arap devrimi”nin ya da aynı anlama gelmek üzere “Arap baharı”nın bir uzantısı gibi sunarak 2011-2013 arası ve 2019’da yaşanan gerçek devrimlerin adını da kirletmeye çalışıyor. İki olayın birbiriyle ilişkisi sadece aynı dönemde yaşanmış ve bu yüzden birbirlerini etkilemiş olmakla sınırlıdır. Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, Sudan ya da Cezayir gerçek devrimci süreçlerden geçmiş ama devrim bazı kısmi zaferlere rağmen belirleyici bir zafer kazanamamış, sonunda da yenilgiye uğramıştır. Libya baştan devrim değildi; Suriye ise çok kısa süre içinde devrim olmaktan çıktı. Her ikisi de hâkim sınıf fraksiyonları arasında gerici iç savaşlar olarak yaşandı. “Arap devrimi” ile “BOP” diye anılan emperyalist proje arasında bir özdeşlik kurmaya girişen yaklaşımlar anti-Marksist ve devrimi gördüğünde tanımaktan âciz yaklaşımlardır.
4) Suriye’deki çöküşün dolaysız nedenleri ne olabilir? 2016’da Halep’in Esad güçlerince geri alınmasından sonra durulmuş olan, hatta yaygın olarak Esad’ın iç savaşı kazanmış olduğunun düşünülmesine yol açan gelişmelerin yaşandığı ülkede devletin iki hafta içinde, neredeyse kurşun atmadan teslim olması nasıl açıklanabilir? Suriye’den gelen haberler, Baas rejiminin daha önce Sünni Halep burjuvazisinin yönetiminde ekonomide yaşanmakta olan ekonomik canlılığı iç savaşın etkisi altında bütünüyle yitirdiğini, beş milyondan fazla bir nüfusun ülke dışında mülteci konumuna düşmesiyle bütün toplumsal yaşamın sarsıntı yaşadığını ve yolsuzluğun devleti kanser gibi sarmış olduğunu düşündürüyor. Yani iç savaşın Baas rejiminin yıkılmasıyla sona ermesinde rejimin kendi iç çürümesinin büyük bir etkisi var gibi görünmektedir. Bu konuda esas gerçekler ancak zaman içinde ortaya çıkacaktır.
5) Suriye’nin kendi iç dinamiklerinin ötesinde, ulusal ordunun teslimiyeti ve rejimin çöküşünde en önemli nedenler uluslararası koşullardan kaynaklanmıştır. Bunların ilki, İsrail’in, Hizbullah ile 7 Ekim 2023’ten bu yana devam etmekte olan düşük yoğunluklu savaşını, önce Eylül sonunda Nasrallah’ı katlettikten sonra 1 Ekim’den itibaren tam gaz bir savaşa dönüştürerek yarattığı ağır tahribat ile örgütü felç haline sokmuş olmasıdır. Hizbullah elbette ayaktadır, çökmüş falan değildir ama Suriye’yi savunmaya bugünkü durumu müsait değildir. Hizbullah’ın şayet gücü yetse Esad rejimini savunması kendi çıkarlarıyla yakından ilgilidir. İran’dan gelen her yardım ister silah ister birlikler olsun esas olarak Suriye yoluyla ulaşmaktadır Lübnan’a. Yani Suriye’nin yıkılması Hizbullah’ın geleceğini de karartan bir gelişme olmuştur. Bunu bilmesine rağmen Hizbullah HTŞ ve SMO güçlerine karşı fiili mücadeleye girmekten kaçınmak zorunda kalmıştır. Burada belirleyici bir unsur, Suriye’de Baas rejiminin yıkılmasının şaşırtıcı hızıdır. Eğer Suriye ordusu tekfircilere karşı bir süre direnebilseydi, Hizbullah ve diğer müttefik güçlerin takviye güç yollamaya hazırlandığına dair veriler mevcuttur. Fakat yaşanan hezimetin hızı, böyle bir manevraya olanak tanımamıştır.
6) İsrail’in Hizbullah’ı felç etmesinin Esad’ın devrilmesinde oynadığı rol çok önemlidir ama bazı gelişmeler Siyonist devletin rolünün daha da kapsamlı olması ihtimalini düşündürüyor. Bu gelişmelerin başında HTŞ/SMO taarruzunun İsrail-Hizbullah ateşkesinin yürürlüğe girdiği gün başlaması geliyor. Ateşkes İsrail’in Lübnan’daki askerî faaliyetinin durması ve güçlerinin serbest kalması anlamına geliyor. Öte taraftan Hizbullah’ı da kıskıvrak bağlıyor. HTŞ’nin harekete geçmesine karşı Hizbullah tepki gösterecek olsa, iç savaşın ilk evrelerinde olduğu gibi Suriye’ye Esad’ı korumak için birlikler gönderse iki ateş arasında kalacaktır. HTŞ’nin taarruzunun o güne rastlaması doğrudan doğruya Hizbullah’ın bu şekilde iki ateş arasında kıstırılmasından olabilir. Belli olmayan şudur: HTŞ kendisi mi bu konjonktürden yararlanmak için derhal taarruz başlatmıştır yoksa İsrail’le daha önceden bir koordinasyon içinde mi hazırlanmıştır? Birazdan göreceğimiz gibi HTŞ’nin bu taarruzu uzunca bir zamandır (altı aylık, hatta bazı kaynaklara göre en az bir yıllık bir zaman dilimi boyunca) planlamakta ve hazırlamakta olduğuna dair bazı güçlü belirtiler vardır. Soru, bu hazırlıkların İsrail’le koordinasyon içinde, hatta onun teşviki ve kışkırtması ile mi yapıldığıdır.
7) İkinci büyük faktör Rusya’nın Suriye politikasının iflasıdır. Putin yönetiminin rejimi kurtaramaması, yalnızca Esad’ı kurtarmak için kaçmasına yardımcı olabilmesi ve ona sığınma hakkı tanımış olması, kendi açısından utandırıcı bir yenilgidir. Rusya bu iç savaşın böyle bitmemesi için 2015’te Suriye’ye askerî güç yerleştirmiş ve gerek hava bombardımanı gerekse askerî şirket Wagner’in karada yürüttüğü askerî faaliyetler aracılığıyla rejimin korunması açısından çok önemli bir katkı yapmıştır. Dokuz yılı aşkın bir süre boyunca bu amaçla katlanılan büyük ekonomik maliyet, insan kaybı, politik prestij berhava olmuştur. Rusya’nın İstanbul Başkonsolosu, Astana sürecinin iflasını diplomatik bir dille “sürecin başarıya ulaşamaması” biçiminde dile getirmiştir. Bundan sonra, Arap dünyasında, Akdeniz’de ve Afrika’da emperyalizme karşı ağırlık oluşturduğu sanısıyla arkasında duran ülkeler artık Rusya’ya eskisi gibi güvenemeyecektir. Zaten Tartus deniz üssü ve Lazkiye yakınlarındaki Hmeymim hava üssü tehdit altındadır. Bunların kaybı Akdeniz ve Afrika politikasına önemli bir darbe oluşturacaktır. Libya’daki üslerin Suriye’nin yerini tutması aradaki çok uzun mesafeden dolayı bir hayaldir. Rusya’nın bu büyük yenilgisinin ardında Ukrayna savaşının ülkenin bütün dikkatini kendi üzerinde topladığı gerçeğine hep değiniliyor. Ama Wagner’in isyanından sonra şefi Prigojin’in öldürülmesi ve bu çok önemli özel askerî hizmet odağının darbe yemesi de Rusya’yı Suriye’de ciddi şekilde sarsmıştır.
8) Üçüncü büyük faktör İran’ın kendi başının çaresine bakmaktan başka bir çıkış yolu bulamamasıdır. İsrail, İran’ı iki kez denemiş ama savaş başlatmaya tahrik etmek bakımından başarı kazanamamıştır. İran (ABD’nin İsrail’i savunma yolundaki tehdidini de göz önüne alarak) Batı Asya’nın tek nükleer gücüyle savaşa girmeye cesaret edememiş ya da gerek görmemiştir. Trump döneminde Kasım Süleymani ile başlayan, Biden döneminde İsrail’in devreye girmesiyle devam eden suikastlar dizisinde sadece Hamas ve Hizbullah önderleri yoktur. İran’ın özellikle Hizbullah’a yol gösteren elit komutanları da ardı ardına suikasta uğramıştır. Yani İran’ın sahaya inmiş operasyonel gücünde de bir zayıflama vardır. Emperyalist medya İran’ın 2011’den bu yana Suriye için 30 milyar dolar harcadığını söyleyip duruyor. Kaynağı belirtilmeyen bu rakam bir abartı bile olsa bu dönem boyunca yürütülen faaliyetin İran’a yalnızca ekonomik değil siyasi açıdan da bir maliyet getirmiş olduğundan kuşku duyulamaz. Ayrıca, Esad’ın düşmesiyle İran sadece “Direniş Ekseni”nde merkezî bir önem taşıyan Suriye rejimini yitirmekle kalmadı. Aynı zamanda Hizbullah’a yapılacak her türlü yardımda en güvenli, en kısa ve en ekonomik geçiş yolunu da yitirmiş oldu.
9) Elbette dördüncü ve son, ama önem bakımından ötekiler kadar önemli bir faktör de Türkiye’nin politikasıdır. Erdoğan hükümeti emperyalist medyaya “Suriye’de, sahada askerî varlığı ve isyancıların liderlerine erişim olanağı olan, en güçlü dış aktör” (Reuters) olarak nitelenecek kadar kârlı çıkmıştır bu gelişmeden. Reuters (https://www.reuters.com/world/middle-east/how-syria-rebels-stars-aligned-assads-ouster-2024-12-08/), Türkiye hükümetinin bu gelişmeye ilişkin plan ve hazırlıklardan aylardır haberdar olduğunu iki anonim tanığa dayalı olarak ileri sürmüştür. Burada süreci harekete geçiren gelişme Esad’ın o günün koşullarında Türkiye ile görüşmeyi reddetmesi olmuş gibi görünüyor. Erdoğan’ın Esad’a Haziran sonu yaptığı “ailecek görüşelim” tarzı açılım reddedilmiştir. Daha doğrusu, Türkiye’nin askerini Suriye topraklarından çekmesi koşuluna bağlanmıştır. Bunun ardından, Savunma Bakanı Yaşar Güler Ağustos ortasında görüşmelere koşul olarak “yeni anayasa, seçimler ve sınır güvenliğinin kurulması”nı ileri sürmüştür. Bu koşullar bir bakıma Esad’a “sen git, biz o zaman masaya otururuz” demek anlamına geliyor. HTŞ, Reuters’in haberine göre bu aşamada yapılan hazırlığı Türkiye’ye açmayı doğru bulmuştur. Aynı zamanda hazırlıklardan Türk ordusunun da haberdar olduğu da ekleniyor. Gerçekten de HTŞ son gün harekâta girişirken haber vermiş olamaz zira o takdirde HTŞ ile SMO arasındaki koordinasyon ve iş bölümü böylesine dakik biçimde sağlanamazdı.
10) Şayet Reuters’in haberi en genel anlamıyla (tarihler de dâhil) doğru ise, o zaman Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a neden kırmızı halı teklif ettiği daha da kolaylıkla anlaşılacaktır. Yaşar Güler Suriye’ye “rejim devrilmeden konuşmayız” anlamına gelen konuşmasını Ağustos ortasında yapmıştır. HTŞ’nin planını Türkiye’ye bu gelişmeden sonra yaptığı söyleniyor. Makul bir süre 15 gün olsa Eylül başına geliyoruz. Eylül ayı Erdoğan, Bahçeli ve diğer yetkililerin planlama faaliyetiyle geçtikten sonra 1 Ekim’de meclisin açılış gününde plan uygulamaya konuluyor. Her şey gayet tutarlıdır. Peki, bu plana neden gerek duyulmuştur? Çünkü Suriye’de silahlı güç olarak sadece El Kaide bakiyesi HTŞ ile bordrosu Türkiye’nin kamu maliyesine kayıtlı SMO yoktur silahlı güç olarak. Bazı başka tekfirci silahlı güçlerin dışında, bir de Amerika’dan destek alan, ondan aldığı silah ve para yardımıyla güçlenmiş YPG vardır. Öcalan YPG’yi Türk ordusuyla birlikte “Sünni İslam davası”nda birleşmeye ikna ederse bu, ittifakın gücünü arttıracaktır. Edemezse potansiyel bir dizi çatışma ve çelişki olasılığı planı daha riskli hale getirecektir. Daha genel olarak, Suriye rejiminin yıkılması ihtimalinin ufukta belirmesi Cumhur İttifakı’nın yayılmacı reflekslerini harekete geçirmiştir. Elbette, görüşmelerin Öcalan ile Eylül ayında başladığını söylemiyoruz. Uzun yıllardır ya da en azından aylardır böyle görüşmelerin yapıldığı aşikârdır. Söylediğimiz, plandan uygulamaya geçiş aşamasına gelinmesinin bu senaryonun içine mükemmel biçimde yerleştiğidir.
11) Bu çerçeve doğru ise, Suriye’nin yeni durumunda Rojava’nın kaderi orada askerî olarak belirlenmekten ziyade Türkiye’de Kürt hareketinin Cumhur İttifakı’nın kendisine yapmış olduğu teklife nasıl cevap vereceğine bağlı olacaktır. Yeni doğan durumun Kürt hareketi içinde “Sünni İslam birliği” görüşünü savunanların elini güçlendireceği açıktır. Ama görüşmelerin şimdilik çıkmaza saplanmış olduğu anlaşılıyor. Bu çıkmaz Suriye’de ortaya çıkan yeni toplu durumun ışığında aşılabilecek midir, bunu zaman gösterecek.
12) Bundan sonra neler yaşanabileceği sorusunu ileride bir başka yazıya bırakarak son bir ihtimal üzerinde duralım. Şayet HTŞ gerçekten aylardır yeni bir taarruzun planlarını yapmaya başladıysa, onu, 2016’dan beri kurulmuş olan statükoyu sekiz yıl sonra değiştirmeyi ve iç savaşı yeniden başlatmayı düşünmeye iten ne olmuştur? Yukarıda bir ihtimali zikrettik: İsrail Hizbullah’ı felç edecek bir operasyon planlarken HTŞ’ye de bu felç durumundan yararlanarak Esad’ı devirmek için yeni bir girişim yapıldığı takdirde Hizbullah ile Rusya’nın durumu dolayısıyla taarruzun bu sefer başarıya kavuşmasının mümkün olduğunu telkin etmiş olması mümkündür dedik. Bunu bir adım daha ileri götürebiliriz. Şayet Reuters’in haberi doğru ise, HTŞ biraz daha geç bir aşamada Türkiye’yi haberdar ettikten ve onunla anlaştıktan sonra plan daha da büyük bir uluslararası ittifakı için içine sokmuş olabilir. Hatta İsrail ile ABD’nin karşılıklı birlikte çalışma uyumu dolayısıyla aslında ABD’nin de işin içine sokulmuş olması ihtimali yüksektir. Biden’ın Lübnan’a İsrail-Hizbullah arasında arabuluculuk yapmak üzere gönderdiği temsilci Amos Hochstein’a ilişkin bazı tuhaflıklar bu senaryoda tuhaflığını yitirmektedir. Bir kere, Hochstein Lübnan’a savaşın tırmanmasından, hatta Nasrallah’ın 27 Eylül’de katledilmesinden çok önce, 21 Ağustos’ta gönderilmiştir. (https://today.lorientlejour.com/article/1348017/hochstein-in-beirut-all-you-need-to-know.html) Gerekçe olarak en son 2022’de tartışılmış olan iki ülke arasındaki deniz sınırı üzerine müzakere gösterilmiştir. İki taraf arasında çok daha büyük gerginlik yaşandığı, tam boy bir savaşın patlak vermesinin an meselesi olduğu bir anda bu özel temsilci göndermek için tuhaf bir gerekçedir ve bir başka amacın üzerini örtme çabası izlenimi vermektedir. Bu tabloyu pekiştiren bir gelişme de savaş başladıktan sonra tam ateşkesin imzalanmasından önce yaşanmıştır: İsrail 1 Ekim’den itibaren ülkenin ve Beyrut’un Şii ve Hizbullah ağırlıklı güneyini bombalamışken, herhalde bazı koşullar artık yerine geldiği için başkent Beyrut’un tam merkezini bombalamaya başladığı anda Hochstein yeniden görüşmeler başlatmış ve basına da “ateşkes artık çok yakın demiştir.” (https://www.aljazeera.com/news/2024/11/19/us-envoy-amos-hochstein-arrives-in-lebanon-for-ceasefire-talks) Bir ülkenin başkentinin merkezine saldırı, ateşkesi güncelleştiriyor. Bunun İsrail’in ateşkese ulaşmak için Hochstein ile koordinasyon halinde bir tırmandırmaya girişmesi olduğunu düşünmek için her türlü neden var. Bunlar doğru olabilir veya olmayabilir. Ama HTŞ’nin aylardır planlanmakta olan saldırısının ABD-İsrail-Türkiye üçgeninin bilgisinde, hatta onların planlamasıyla yapılmış olabileceği senaryosunun mümkün olmadığı söylenemez.
Batı Asya’da çok sarsıcı yeni bir durum doğmuştur. Bu konjonktür karşısında proleter enternasyonalizmine dayanan bir uluslararası politika her zamandan daha büyük bir yakıcı önem kazanıyor. Görev bütün halklardan sosyalistlerin görevidir.